İlk Yurtdışı Tatilimiz.. 20 Gün Avrupa..



Yıl 1985...  Bundan tam 29  yıl önce..

O zamanlar yurt dışı deyince akıllara sadece Almanya gelirdi.  Oranın adını da sadece iş için Almanya'ya gidenlerden biliyorduk. Şimdiki gibi gazetelerde yayınlanan sayfa sayfa turlar, geziler falan yoktu.  Yurt dışına çıkmak isterseniz.. siz bilirsiniz..  Uçak yok denecek kadar az kullanılıyordu, çünkü çok pahalıydı..İnternet yoktu..  Google yoktu :))  turizm siteleri, araba kiralamalar, internetten otel bulmalar, Google'dan haritaya bakmalar, gezi yorumları okumalar, Facebook'tan kim nereye gitmiş? nasıl yorum yapmış?  fotoğraflara bakmalar yoktu..  Şimdiki gibi akıllı cep telefonları da yoktu.. hatta akıllı olmayanlarının da keşfine daha 10 yıl vardı..

Eee peki bu şartlarda yurt dışı tatili de neyin nesi? dediğinizi duyar gibiyim :))
Daha Türkiye'nin bir çok yerini keşfetmemişken..  Henüz 4 yıllık evliyken.. Üstelik bütçemiz dar ve ne harcıyorsak yazdığımız dönemlerdeyken.. (Yeniköy yılları)

Ben Eczacıbaşı'nda bir yıldır çalışıyordum.. Hamit Banat Fırça'da Muhasebe Müdürü..  Fikir kimden çıktı hatırlamıyorum. ama büyük ihtimalle Hamit yurt dışı fikriyle geldi. Çünkü patronunun Almanya'da bir akrabası,  iş yaptıkları danışmanlar vardı. Bir arkadaşı da Türkiye'de Öğretim Üyesiydi ve yurt dışına çok sık gidip geliyordu.. Tüm bu etkenler sanırım yurt dışı merakı uyandırmıştı. Yoksa uçakla yolculuklar bile çok az sayıda yapılıp, turizmle ilgili şirketler ortalıkta daha yokken o zamanlar için hayal edilecek bir şey değildi..

İlk yaptığımız bu yurt dışı seyahati 20 gün sürdü :))   Tabii ki işyerlerinden bu kadar izni almak zor olur.. Ancak benim işyerim Eczacıbaşı'nda yılda bir kez fabrika bakıma girerdi..  ve herkes bu bakım döneminde topluca tatile çıkardı... Ben de iznimi  20 güne uzatmıştım.

Bu 20 günde Almanya, İsviçre, Hollanda, Fransa, İtalya'yı dolaşacaktık..  Bu kadar çok şey bugünkü gibi değil ve imkanlar sınırlıyken böyle bir geziyi planlayıp yola çıktığımız için kendimizi çok takdir ediyorum.

Eyy benim ve Hamit'in gençliği.. siz ne iyi yapmışsınız.. ne iyi anlaşmışsınız.. hayatınıza ne güzel hatıralar yerleştirmişsiniz.. önceliklerinizi ne güzel belirlemişsiniz.. Ne sıkıntılarla kenara birkaç kuruş koymuşsunuz ve onu ne güzel bir amaç için harcamışsınız.. Bravo size..:)

O zamanlar arkadaşlarımızın  "Nasıl gideceksiniz?, Nerede kalacaksınız?, sorularına sadece  "bilmiyoruz" diyorduk.. Biz sadece yola çıkacaktık.. yola çıkmadan bazı cevapları bulamazdık.. Şimdiki seyahatlerimize hazırlandığımız gibi değil.. Serde gençlik var, teknoloji yok :))

O zamanlar yurt dışına giden otobüsler Topkapı'dan kalkardı.  Topkapı otobüs garajındaki Bosfor Turizm'den Almanya'ya gidiş biletimizi aldık.




İlk durağımız Münih olacaktı. Nerede mi kalacağız?  Bilmiyoruz .. Dönüşü nereden yapacağımız belli olmadığından dönüş biletimiz bile yok.

Gideceğimiz ülkelerin ayrı ayrı vizelerini aldık. O zaman Chengen diye bir ortak vize yok,  bu ortak vizeyle seyahat ancak  12 yıl sonra devreye girecekti.   Hamit bazı ülkeler için yurt dışından davet mektupları almıştı, bu yüzden sorun olmadan tüm vizeleri aldık

Uzun yolculuk için aynı şimdi yaptığımız gibi iki küçücük el çantası aldık. Topkapı'dan otobüsümüze akşam bindik.





Yanıma küçük bir gezi not defteri almıştım. Yolculuklar boyunca not aldım.. aynı şimdiki gibi.. şimdi bloguma yazıyorum, o zaman bir deftere yazmışım.. yani hep aynıymışım..  hep yazmayı, not almayı sevmişim..



Otobüste giderken yazmaya başladım. Şimdi o deftere o seyahatle ilgili  29 yıl önce ne yazmışsam onu paylaşmak istiyorum. O zaman 25 yaşımda ne gözlemler yapmışım? ülkelerle ilgili ne düşünmüşüm? bakış açım neymiş?  Defteri saklamışım..

Yazmayı bundan dolayı çoook seviyorum..  Eski beni  bana anlatıyor..


1985 Yılının Ağustos ayında çıktığımız 20 günlük Avrupa turunda güzergahımız  Münih, Dortmund, Amsterdam, Paris, Zürih, Milano, Venedik..
---
Ağustos 1985

Bosfor Turizm otobüsü 19:00 da hareket edecekti ancak Yugoslavya'da bozulan arabaya parça götürmek için bekledik ve 20:10 da hareket ettik.

Yolcuların bir kısmı turist bir kısmı da Münih'e dönen Türk işçileriydi.
Çorlu'da yemek molasından sonra saat

01:00'de Kapıkule'den çıktık.
01:30'da Bulgaristan'a girdik,
08:00'de Yugoslavya'ya girdik.

İnsana olan önemin küçük ama önemli bir parçasını bu gümrük kapılarında görmek mümkün. Türkiye gümrük kapısında tüm otobüs aşağıya indirildi ve kuyruğa girilerek pasaport kontrolü yapıldı. Bu arada hanmı otobüste uyuyan bir Türk işçisi iki pasaportla memurun önüne gelince, sert bir tavır ve bağırışla "git hanımını uyandır gelsin"  dedi..  Adam hanımını uyandırdı otobüsten inip geldi ve memur hanıma bakmadan muameleyi tamamladı.

Bulgaristan gümrüğünde, memur pasaportları topladı. Kimseyi aşağıya indirmeden kendisi pasapoertları götürdü, damgaladı ve geri getirdi, hareket ettik.

Yugoslav gümrüğünde memur arabaya bindi, pasaportları arabada ve herkesin yanına kadar gelerek mühürledi ve hareket ettik.

Alman gümrük girişinde pasaportları şöför topladı ve götürdü, mühürletti getirdi. Yolculara bakılmadı, hareket ettik.

Türkiye'de memura biz gittik, diğerlerinde memur bize geldi. Fark gözle görülüyor.

Bulgaristan'dan gece geçtik. Yollarda görebildiğim kadarıyla bizim gerimizde bir yaşam tarzları var. Evleri bir harabe.

Yugoslavya çok güzel. Tabii güzellikleri, sıvasız tuğla tipi köy evleri ve çiçekleriyle.. Türklerin geçtiği yollar karpuz, kavun ve çöplerle kirletilmiş. Bütün çöpler yol kenarlarında birikmiş. Avusturya çok temiz, Türkler oraları kirletememiş.

Yugoslavya'yı boydan boya (1.000 km)  12 saatte geçtik.  (O zamanlar Yugoslavya şimdiki gibi bölünmemişti.  Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Kosova  devletleri yoktu. Bu yüzden upuzuuun bir yoldu.. )

Sınırda Maribor'da bir otelde geceledik. Temiz ve rahattı. Sabah kahvaltısı ve akşam yemeği yedik. Sabah saat 08:00'de hareket edip Avusturya'ya girdik. Avusturya yeşillikleri, düzeni, evlerin güzelliği ve çiçekleriyle mutlaka görülmesi gereken bir yer.




Bizim Türkiye'de villa dediğimiz ev tipleri Avusturya'nın köy evleri. Tabii oralara köy denirse.. Müstakil iki katlı dublex evler, hepsinin bahçeleri çok bakımlı. Evlerin pencerelerinden renk renk çiçekler sarkıyor.

Her minik yerleşimi ana yola bağlayan tertemiz yolları, hemen herkesin mini bir arabası var. Sokaklar tamamen boş. Yolculuğumuz boyunca tüm yerleşimlerde çok az dışarda insan gördük. Ya hafta sonuydu ondan.. bilemiyorum..  Tüm Avusturya boyunca yerde bir kağıt parçası görmedik.. Ama Türkler'le yolculuk yaptık ya yeter..

Senelerdir Almanya'da çalışan bir işçimiz yemek molası verdiğimiz Avusturya'da bütün otobüsün gözü önünde , cadde kenarında rahatlıkla tuvaletini yaptı.  Bu mola verilen yerde tertemiz tuvaletler vardı. Ama alışmışız işte.. ve insanlarımız yaklaşık 10-12 yıldır yurt dışında yaşamalarına rağmen bizim bile gerimizde kalmışlar. (Değil onlara uyum sağlamak)..

Otobüsteki yolcularla yolun sonuna doğru iyice kaynaştık. En önde oturan yaşlı karı-koca çocuklarına İngiltere'ye gidiyorlarmış. Önümüzdeki tek bayan da oğlunu görmeye gidiyormuş. Arkamızda tek Alman turist, yanımızda kardeşine giden bir genç vardı. Hepsi de çok ilginç  tiplerdi.  Karı-koca'nın ilginç olayları oldu. Kadının kulağı az duyuyırdu hem de gözü kataraktlıydı.  Onlarla beraber yedik yemeklerimizi..

Otobüsteki iki Alman kızın otele parası kalmamış.. gençler!!..para topladılar.. Öylesine rahatlar ki gece otobüste biz süklüm püklüm uyurken onlar uyku tulumlarını koridora serip uyudular. Otobüste 2 kaptan vardı. Genç olan her girişe gelindiğinde  "oturun, ayağa kalkmayın, size bir de çoban lazım" diyordu. Kendini bilmeyen bir gençti.  Tek bayanla bir ara otobüse geç kalmak yüzünden atıştılar.. kadın bir başka alemdi..

Münih'e 18:00'de indik. Bosfor'un bürosuna gittik. Uğur'a telefon ettik, bulamadık. (Uğur, Hamit'in Banat'tan tanıdığı patronun bir akrabası, aynı zamanda firmanın Almanya dışındaki bağlantısı)..  

Bosfor'un ofisinin üst katındaki pansiyon Asta'ya yerleştik. Bir kadın işletiyordu. Sabah kahvaltısı dahil 85 DM.  ( O zaman Euro yok Almanya'da para birimi Mark var).. Akşam dolaştık.. Sabah kahvaltıdan sonra Uğur'u telefonla bulduk, hemen gelip bizi aldı. Bürosuna gittik.. Çay içip çıktık. Bize Münih'in her tarafını gezdirdi.

Olimpiyat şehrine gittik. Kuleye çıktık. İngiliz Parkı'nı gezdik. (Çıplaklar diyarı). 




Çırılçıplak olanları biraz yadırgadık ama onlar  kadınlı erkekli birbirlerini hiç yadırgamıyorlar. 
Parktaki bir kafede oturduk. Epeyce yürüdük. Saraya gittik. Olimpiyatlarda kano yarışlarının yapıldığı göle gitik. Almanlar her yere suni göller yapmışlar. Herkes göl kenarlarına gitmiş, güneşleniyor.




Öğlende beraber yedik. Belki de Münih'in dolaşmadığımız yeri kalmamıştır. 




Akşam tren biletimizi aldık. Görevliyle Uğur epeyce kapıştı. Bize indirimli haftalık aile bileti aldı. Çantalarımızı emanete bıraktık.. Sistem çok iyi bir sürü dolap var.. Boş olan birine çantalarını koyuyor ve 1 Mark atarak (jeton gibi) anahtarlarıyla kitleyip gidiyorlar. Uğur bizi 20:00'ye kadar dolaştırdı. 





İstasyon önünde bıraktı. Dortmund Treni 22:00'de hareket edeceğinden vaktimiz vardı. Ana caddede dolaştık, McDonald'da yemek yedik.

Dortmund Treni tam 22:00'de hareket etti.  Almanya'daki ilk tren yolculuğumuzdu. Münih'te tam 31 tane peron var. Trenler muazzam bir sistemle ve dakik çalışıyor. Hiç uyarıda bulunmadan, dakikasında, beklemeden kalkıyor.  Her peronun önünde saat ve yanında tablo var. Bu numaralı perondan saat kaçta nereye giden trenin geleceği ve kalkış saati yazıyor. Bu levhalardaki yazılar tren geliş ve gidişlerine göre devamlı değişiyor.

Trende pek rahat edeceğimizi ummuyorduk.. Altışar kişilik kompartmanları var.  Tren boş gidiyordu sanki.. Bizim kompartmanda kimse yoktu. Koltukları yatırdık, içerisi dümdüz yatak oldu. Rahatça Dortmund'a geldik.  (Gece Frankfurt'ta müthiş yağmur yağıyordu, şimşekler çaktı, tren zaman zaman durdu)..  Münih'ten hareket ederken Dortmund'a varış saati olarak 9:33 denmişti ve biz tam olarak 09:33'te oradaydık...

Münih'te Uğur'un bürosundan Fahriye'leri aramıştık,  Fahriye'ler  Hamit'in abisinin arkadaşları, Almanya'da öğretmenlik yapıyordu..  geleceğimizden haberleri vardı. 

Adrese göre Witten trenine bindik. Bilet almak problem oldu. Biletçi yok, makinalar bilet veriyor. skalalar var.. gideceğin yere göre para veriyorsum. Listeden gitmek istediğin (Hbf) yeri buluyorsun. karşısındaki rakama göre  makinanın bu düğmesine basıyorsun. Bu güzergahın ne kadar tuttuğunu yazıyor. Para gözüne para attıkça yukarıdaki rakamdan düşüyor. Fazla atmışsan üstünü iade ediyor, biletini veriyor. Bileti alıp hemen yanındaki sarı kutuya sokup iptal ediyorsun. İptal edilmeyen bilete ceza kesiyorlar.

Dortmund'a gittik. Oradan tekrar banliyöye bindik. Witten'de inecektik, yanlışlıkla Witten Annen'de indik. Taksi tutup eve geldik. Bizi Fahriye karşıladı, 3 gece orada kaldık. İlk gün beraber marketleri gezdik. İkinci gün biz trenle Bonn ve Düsseldorf'u gördük.




 Dönüşte Witten'den eve kadar yürüdük. Gece 22:00'de evdeydik. Yemek yedik.. Her gece 01:00'den aşağı yatmadık.

Ertesi gün Hamburg'a gitmek üzere yola çıktık. Bochum üzerinden trene bindik 2 saat sonra kontrolör geldi. Yanımızdaki yaşlı Alman kadın İngilizceyle aramızı bulmaya çalıştı. Biletimiz bu hatta geçmiyordu. Epeyce konuştuktan sonra ceza biletimiz olduğunu sandığımız bileti (80 DM) alıp Osnabrück'te indik.  (Bu hikakeyi ayrıntılarıyla başka bir yazımda anlatacağım)..Yarı yoldan geri döndük. Dortmund'da dolaştık.

Ertesi gün de Fahriye'lerle marketlere, bit pazarına gittik. Bit pazarından bot aldık (14 Mark).. Öğleden sonra Dortmund'dan Duisburg'a gittik. Oradan Amsterdam trenine bindik. Problem çıkmadı.

Almanya gerçekten görülmeye değer. Kendi kendine kontrol mekanizması işliyor. Bu kadar düzenli ve dakik bir yer daha görmedik. Müthiş bir tüketimleri var. Her aile 2 yılda bir evinin eşyasını değiştiriyor. Günlük gazetelerde o gün hangi sokağın eşyasını atacağı yazılı. Ondan başkası eşyasını atamaz. 

Başkasının arabasında yaptığın en küçük bir çizik bile onu komple boyamaya yeterli. Eğer arabanı uygun bir yere parketmemişsen, başkasının çıkıişını engellemişsen araban anında polis tarafından çekilir.  Yolda herhangi bir kazaya meydan vermişsen kaza mahalline gelen polislerin saat ücretlerini de sana ödetirler. Emniyet kemeri takmak zorunlu. Almanya'nın her tarafında metro sistemi hem yer altından hem yer üstünden devamlı işliyor. Kuralları bozan yok, herkes uyuyor.

Biz bit pazarına gittik.  Şimdinin 2. el dediğimiz eşyaları bir alanda satılıyor. Biz de buradan alışveriş yaptık. Elimizdeki küçük çantayla hiç bağdaşmayacak bir şey.. Bir BOT..  Avşa'da babam evin bir odasını bitirdi.. O zamanlar Türkiye'de bu tip deniz malzemeleri nerdeee.. Botu taşımayı  Gürcan'ın hoşuna gideceği için göze aldık.. kendimiz için  olsa taşımazdık.. Çok ta işe yaradı, yıllarca kullandık.. arada bir patladı ama yama yaptırıp, tamir ettirdik..


Kardeş çocukları
Gürcan ve Özgür Avşa'da




Elimizde çantalar Amsterdam'a öğleden sonra 17:15'te indik. Hamit'in arkadaşı Eser'in oradaki Hollandalı kız arkadaşını aradık. Meydandaki telefon kulübelerinin yanında beklediğimizi söyledik. 

İstasyon karşısındaki bu meydan çok garipti. Yüzlerce genç yerlere oturmuş orkestranın çaldığı müziği dinliyorlardı. Çeşitli ülkelerden gelen gençlerin bu kadarını bir arada başka yerde görmek mümkün değil.  Gençlerden sokaklarda adım atacak yer yok. 





Bu kalabalıkta Phita'yı nasıl bulacağımız konusunda endişelendik. Uzaktan görünen perdesülü bir bayanın o olduğunu tahmin ettik.. bayan yürüdü yürüdü, yaklaştı.. sonra gitti..  birbirini tanımayan kişilerin hele bir de bir yabancıyla nasıl buluşacakları Allah kerim..   Nihayet oraya buraya, gelen herkese bakarken omuzumuza biri dokundu.. Phita..  "Bizi nasıl buldun? nasıl anladın?"  dediğimizde  BIYIK'tan dedi :))
Hamit'in sakalı, bıyığı işimize yaramıştı..    Phita bir radyoda çalışıyordu.




Phita bizi kardeşinin evine götürdü.  Hatta götürmekle kalmadı evi bize tahsis etti ve isterseniz "arabanın anahtarları da burada, kullanın"  dedi...  :))  ama biz kullanmadık, misafirperverliğine de çok şaşırdık. Bizi akşam yemeğe götürdü. "Hangi ülke mutfağını seversiniz?"  diye sordu..  Şöyle bir düşündük hangi mutfaaaakkk????  ne mutfağı?  hiç bir fikrimiz yok.. yine de en iyi bildiğimiz İtalyan mutfağını seçtik.. Bunu da Phita beğenmedi.. "Turkish Pizza"  dedi.. Baktı ki bizden hayır yok kendisi Yunan mutfağında karar kıldı..  Bir Rum Meyhanesine gittik.

Ertesi gün kanal turuna çıktık. Her yer kanal dolu.  



Eser de Amsterdam'a geldi. Bu sefer hep birlikte arabaya atlayıp Kuzey denizi kıyılarına kadar dolaştık. Köylerine gittik. Kuzey denizi kenarındaki plajlarını gördük.





Akşam evde yedik, dolaştık.. Çok ilginç bir yer. Tenha kırmızı ışıklı sokaklarında vitrinlerde sergilenen mayolu kadınlar var. Ertesi gün kahvaltıdan sonra trene binip (10:55) Fransa Paris'e hareket ettik.

Paris'e indiğimizde Gar D'Nort bizi şaşırttı. Çok pisti. Sokaklarda dolaşırken bir Türk lokantası (dönerci) gördük. Çevrede ucuz ve iyi bir otel olup olmadığını sorduk. Bir genç bizi alıp otelleri dolaştırdı. 190 FF'na  banyolu bir oda bulduk. Dolaştık, pizzacıda yemek yedik.  O gece doğum günümdü.. 19 Ağustos 1985..  Bundan tam 29 yıl önce..

Otelde gece benim için bir faciaydı.  Gece yarısına kadar devam eden kapı tıkırtıları, bağırışmalardan uyuyamadım. Gecenin 01:00'inde çalan telefon da tuz biber ekti. "Bir şey mi istediniz?" diye soruyordu.. Sabah hemen ilk işimiz otelimizi değiştirmek oldu. İstasyonun tam karşısında daha ucuza bir oda bulduk.  Hem de daha iyi.. Sabah kahvaltısı da otele aitti. Bavulumuzu bırakıp istasyondaki kafeye gittik. Uzun sandviçlerle kahve aldık. Şehri dolaştık. Yürüyerek Eyfel Kulesi'ne kadar gittik. 

Bizim kaldığımızı yer Paris'in kuzeyindeydi. Eyfel Kulesi ise güneyde.. Yani Paris'i baştan başa yürüdük. İlginç caddeleri vardı. Amsterdam'da vitrinlerde sergilenen kadınlar burada sokaklarda, kapı kenarlarında yarı çıplak duruyorlar, bekliyorlar.. Paris'te her yerde kuyruk var.  Almanya'nın düzenini aradık.  Eyfel Kulesine bilet almak için sırada bir saat bekledik ve Eyfel'in her katında da ayrı asansör kuyrukları vardı. Kule 275 mt. En üstünden Military Park, Radyo Binası, Unicef, Hipodrom'u gördük.

Dönüşte metroya bindik. Evvel inmişiz yine epeyce yürüdük, otele döndük.. Ertesi gün sabah kahvaltısını otelde yaptık. Bavulları alıp istasyona bıraktık. Bagaj dolaplarından 3 Frank kazandım.. Zürih biletimizi aldık ve dolaşmaya başladık. Botanik Park, Meteoroloji ve Zooloji bahçelerini gezdik.






 Notre D'ame kilisesini gezdik. St Paul ve St Michael'i gördük.  Tüm Fransız tarihinin ünlü isimlerinin bulunduğu havuzlu parka geldik. Havuzda serinledik. (Hamit ayaklarını havuza soktu) ve Polis suyun dezenfekte edilmediğini söyleyerek "hayır, hayır"  dedi.. 


Yine yürümeye başladık, çok yorulduk metroya bindik. Stalingrad'ta indik. Hiç bir özelliği yok. İstasyona yürüdük. Zürih treninin Gar D'lest ten kalktığını öğrendik.. çantaları alıp tekrar metroya bindik ve trene geldik. (Başka bir yazımda bu hatayı anlatacağım :)..


Paris Sen Nehri Kıyısı



Paris çok pis.. Modanın merkezi sayılan bu yerde Mahmutpaşa üstün kalır. Her şey sentetik.  Çok zenci var. Her yer pis kokuyor.  Pizzacılar çok bol.  Son derece güzel yapıları var. Her yeri tarihi.. Bastill'e gittik ama bulamadık. Otobüs  ulaşımı ve yer altından metro var. Otelleri çok eski.. Kurallara uyulmuyor.. Sokaklarda paralı tuvalet kabinleri var. Telefonlar sökülmüş.. İstasyondaki bagaj dolaplarının kapakları kırık, her yer kağıt dolu.. Polislerin çok sesli sirenleriyle dolaşmaları sinir bozucu. Tüm lokantaların önünde fiyat listeleri var. 

Paris'ten İsviçre Zürih'e hareket ettik.  Gece yolculuk yapıp sabah saat 07:00 de Zürihe geldik.. Otel bulmak için dolaştık, her yer doluydu..  boş olanlar da çok pahalıydı. (120 İsviçre Frangı) tekrar istasyona döndük. Turizm bürosundan Bristol Otel' e rezervasyon yaptırdık. Otele yerleştikten sonra tramvaya bindik, dolaştık.. Konstanz'a bilet alıp (76 İsviçre frangı) trene bindik. Yolda iki defa aktarma yaptık. Kontrolör Fransızca bu tren gitmez falan gibi bir şeyler söyledi ve bizi indirdi. Orada 20 dk bekleyip başka bir trene aktarma yaptık. Yollarda göl kenarlarında karavan kamplarını gördük. Konstanz'a geldik. Pasaportları kontrol ediyorlardı. Bizimkinde problem çıktı. 

Görevli pasaportları alıp bir yere telefon etti.. Sonra bizim istasyonda bekleyip Zürih'e geri dönmemizi istedi. Ne olduğunu anlayamadık. İstasyonda epeyce bekledik. Trenle yine aktarmalı Zürih'e döndük. Haritaya bakınca anladık ki Konstanz İsviçre-Alman sınırında.. Bir günümüz boşa geçti.. (Olayı detaylı şekilde başka bir yazımda anlatacağım)..

Zürih'te bir güzellik göremedik.   (Bunu o zaman nasıl bu şekilde gözlemlemişim şaşırdım.. Oysa daha sonraki gidişlerim daha detaylı ve farklı oldu.. bunu bir yazımda da ayrıntılı yazmıştım..  İsviçre'nin Neyi Farklı yazım için tıklayın..) Akşama şehirde dolaştık. Ertesi gün için Milano'ya bilet aldık. Sabah otelde kahvaltı yaptık. Ekstra peynir yedik parasını almadılar. Trenle Milano'ya hareket ettik.  Milano'ya trenle giderken gördüğümüz manzaralar çok güzeldi. Dumanlı dağlar, tüneller, şelaleler, yollar, doğal güzellikler nefisti..

Milano'ya öğlen geldik. Tren çok güzeldi. Gürültüsüz ve serindi.. Pansiyona yerleştik. Yemek için yer aradık durduk.. Şehir ölmüştü.. Sokaklar bomboştu, açık tek bir dükkan yoktu. Tramvaya bindik ana caddede indik. Yine dolaştık. Quick'te yedik. Mağazalar 15:30'da açıldı. Dolaştık, alışveriş yaptık. Saat 19:00 da yine her yer kapandı. Yemek yemek için yer bulamadık. Yürüyerek pansiyona geldik. Yanımızdaki pizzacıda yedik. Ertesi gün kahvaltı yapacak yer bulamadık. Karşıdaki bara gidip kahveyle çay içtik.

Bosfor'un bürosuna tramvayla gittik. Para bozdurmamız gerekti., bilet alamadık ama yer vardı, geri döndük. Venedik için bilet aldık, para bozdurduk. Trenle 3 saatte Venedik'e geldik. Tren bileti diye lotary bileti almışız. Kontrolör yarı yolda bilet deyince uzattık.. Hala bileti soruyordu.. İşte bu bilet dedik.. Bunun lotary bileti olduğunu söyledi. İlk istasyonda inip normal tren bileti aldık :))  Venedikte indik yine para bozdurduk.  (Bu komik hikayeyi de başka bir yazımda anlatacağım) ..

Türkler vardı. Motor turu yaptık. Epeyce dolaştık. Yine motorla döndük. Pizza yedik. Akşam 20:10 treniyle Milano'ya geri döndük. Venedik hiç hoşuma gitmedi. Her yer eski, bakımsız.. anıtları bile örümcek bağlamış.. kalabalık.. Çarşıları çok.. sokakları Bodrum'a benziyor. Köprüleri bakımsız.. (Eyvah eyvah.. neler demişim.. halbuki daha sonra gittiğimde ne keyifliydi :))





Sabah 07:00'de pansiyondan ayrıldık. Tramvayla Bosfor'a geldik. Otobüs  Milano'dan 08:00'de hareket etti.  Saat 12:00'de Venedik'teydik. Otobüs doldu, Türkiye'ye dönüş yolculuğu başladı..


The End

Ağustos  1985  Gezi Notları