BALİ'de Ne Var?

Endonezya'nın irili ufaklı o kadar çok adası var ki kesin bir sayıya ulaşılamamış.  Sayının yaklaşık 17 bin olduğu düşünülüyor. Saymak, isim vermek, koordinatlarını çıkarmak çok çok zor olduğundan şimdiye kadar sayılamamış.



Çevreciler, iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyesinin artması sonucunda ülkenin binlerce adasını kaybedeceğini söylerken, adaları sayan ekipten bir yetkili ise adaların listesini tutmanın sonu gelmeyen bir iş olacağını, depremler ve volkanik patlamalar nedeniyle sürekli yeni adaların oluştuğunu belirtiyormuş. İşte böylesine devasa bir coğrafya.. 

TERÖR

Bali de bu adalardan biri. Endonezya Müslüman çoğunluklu iken Bali Hinduların çoğunlukta olduğu bir ada. Bu yüzden de turizmi en gelişmiş ada hüviyetinde. Bali'ye neredeyse bütün gelir turizmden akıyor. Bu yüzden de pek eski sayılmaz 2002-2005 arasında çeşitli terör saldırılarına maruz kalmış. İki gece kulübü ve ABD temsilciliği bombalanmış. Saldırıları İslam Cemaati ve El-Kaide üstlenmiş. Saldırının boyutu öyle büyük ki; 202 kişi ölmüş, 209 kişi de ağır yaralanmış. 


Bali bize göre dünyanın bir ucu ama biz de dahil dünyanın her tarafından turist alan bir ada.  Avustralya'ya yakın olması nedeniyle en çok turisti buradan alıyor. Terör saldırısında ölen 202 kişinin 88'i Avustralyalı iken diğerleri Avrupa ve Amerika'dan gelen turistlermiş.

DEPREM

Hatırlarsınız 2004 yılında Endonezya Hint Okyanusu depremiyle  9 şiddetinde yaklaşık 8-10 dakika sarsıldı. Bu süre dünyanın şimdiye kadar yaşadığı en uzun süreli deprem oldu. Sadece bununla da kalmadı ardından 30 metre yükseklikte tsunamiye maruz kaldı. Etkilenen 14 ülkede 230 binden fazla kişi öldü.

YANARDAĞ

Sadece Bali adasında büyük iki yanardağ var. Birisi 1963'te patlamış ve 100 bin kişi ölmüş. Batur yanardağı da en son 2000 yılında patlamış. İkisi de aktif yanardağlar.

İnsan aman Allah'ım diyor, bu coğrafyada ne işim var? Oysa Endonezya turizm gelirlerini her yıl giderek arttırıyor. İnsan o zaman da burada ne var? diye soruyor.. 




Burası öyle bir ülke ki şu yukarda bahsettiğim aktif yanardağlara treking falan düzenleniyor. 😕 Gerçi baktım İtalya Etna'da da aynı turlar var. Hem de kratere kadar.. Demek ki gençler asansör olsa volkanın içine bile inecekler.. Bu yüzden bu ülkenin çektiği turiste şaşırmamalı. 

Gençler Bali'yi Bali yapan en önemli unsur bence. Özellikle özendirici yayınlar, resimler, videoların bu kadar çok olması Bali'nin turizmini büyütmesinde önemli rol oynamış. Gençler uzaktan çalışmaya başlayınca işler değişmiş. İşte büyümenin anahtar kelimeleri.. Uzaktan çalışma, ucuzluk, doğal-kültürel kaynaklar, Instagram-YouTube paylaşımları..

Tabii işin içinde gençler olunca fiyat avantajı çok önemli. Endonezya yaşam, yeme-içme, konaklamadaki fiyat avantajıyla 141 ülke içinde 3. sıraya oturmuş. Bu ülke gel bana diyor. "Gel bana ye-iç, doğa serüvenleri yaşa, geceleri barlarda kulüplerde eğlen, internetim şahane uzaktan çalış, uzun uzun kal.."  diyor. 

Bölgenin ufak marketlerinin bile önünde masa sandalyeler yerleştirilmiş. Hiç bir mekana oturmadan marketten aldığınızı yiyip içebilir, oturabilirsiniz. Mekanlar fiyatların üzerine vergi ve hizmet bedeli eklerken marketler çok ucuza geliyor. Ben de oturup bir kutu buz gibi Nescafe Latteyi 13 liraya içebildim. Kentucky'de güzel bir tavuk kızartma menü 2 kişi 180 lira. 

Dolaşırken sokakta rastladığım Türk iki gençle konuştum. Yazılım pazarlıyormuş, "İşimi uzaktan yapıyorum, 20 gündür buradayım, bu benim 24. ülkem" dedi. Dünya değişmiş, gençler büyük bir arayışa geçmişler. Öyle arıyorlar ki; dünyanın bir ucuna gelmişler.. Kökleri ana-babaları, aileleri çok uzaklarda kalmış. Sosyal medya sürekli bir pompalamayla meşgul. Bu yaşam stininin sürekli olarak reklamı yapılıyor ve özendiriliyor. 

Bali'nin yerli halkı fakir. Adada dolaşırken bir mahalle yapısı görmek pek mümkün değil. Şöyle sokaklarında dolaşayım, yerel halkın arasına dalayım demek çok zor. Nerede yaşadıkları pek belli olmuyor.  Nüfusun Hindu olmasından dolayı tapınıyorlar. Hindistan'dan farklı olarak burada her evin bir tapınağı var. Bunu ancak yol kenarlarındaki evlerde görebildik, bahçelerine tapınak yapmışlar.

Bali'nin her yerinde dükkanlarda, sokaklarda, kaldırımlarda, evlerde sunaklar hazırlanıyor. Hem de her sabah. Yollarda yürürken, bir dükkana girerken sunaklara basmamak için dikkat ediyorsunuz. Sunaklar hindistan cevizi ya da muz yapraklarından yapılıyor. 




Bir sepet ya da küçük bir kutu gibi örüp, içine çeşitli çiçekler, sakız, şeker, bisküvi, bozuk para koyup bir yerine tütsü yakıyorlar. Hatta bazılarına sigara koyduklarını da gördüm. Böylece tanrılarına verdiği nimetler için şükrediyorlar. Gün içinde de devamlı tazeliyorlar. 

Bali'nin neyi meşhur dersem herkes bilir "Bali Masajı".  Her yerde masaj yapan dükkanlar dolu. Ayak masajı 30 dk 150 lira,  Bali masajı bir saat 300 lira. Gece yarısına kadar açıklar. Hepsinde 10-15 kişi çalışıyor. Bazen hepsi içerdeki koltuklara ayaklarını uzatmış, neredeyse uyuma durumuna geçmiş müşterilerin karşısına diziliyorlar. Çoğunlukla hepsi dolu. Orada çalışan bir genç bana nerden geldiniz diye sordu. Ne Türkiye'yi biliyor ne de komşularımızı.. "Sen dünya haritası gördün mü?" dedim yine kafasını sağa sola salladı, arkadaşına baktı ve güldü. Bence ne dediğimi bile anlamadı. İngilizce ikinci dilleri değil. Aslında yerel olarak 700'den fazla dil konuşuyorlar ve asıl dilleri ortak olarak kullandıkları ulusal dil. Dilleri, dinleri farklı bu toplumları ayakta tutmak, birleştirmek ne zor.

Ayrıca sadece bunlar da değil hukuk sistemi de öyle. Her bölgede farklı kanunlar uygulanıyor. Malezya da da öyleydi. Müslüman toplum için şeriat kuralları vardı. Ancak hepsinin tabi olduğu birincil öncelikli ortak anayasa ve kanunlar var. Eğer bu yasalarla çözülemeyecek bir durum varsa müslümanlar şeriat mahkemelerine gidiyorlar. Bunu duyunca yanımızdaki hukukçu arkadaşlar bile çok şaşırdılar.

Güvenlik endişesinin hiç yaşanmadığı bu adada polis falan hiç görmedim. Hindular tekrar tekrar dünyaya geleceklerine inandıklarından iyi, sakin, kanaatkar, kibar olmaya odaklılar. İyi insan olduklarında ikinci kere daha da iyi şekilde dünyaya gelecekler.

Doğası, kültürü, dini, dili, ekonomisi bu kadar farklılık gösteren bu ada, turizmde çok güzel bir atak yapmış. Oteller hep mistik, ışıklı, havuzlu inşa edilmiş. Hepsinin bahçeleri botanik parkı gibi. Havuz var çünkü deniz yok 😐 Öyle yukardan çekilmiş, denizin dibi görünen, turkuaz renkli deniz resimlerine bakabilirsiniz. Ama öyle bir denizin hayalini kurmayın. Adanın 5 yıldızlı otellerinin bile denizi yok. Yani bize göre.. Akdeniz, Ege gibi muhteşem denizleri olan bize dünyada deniz beğendirmek zordur, hatta imkansızdır. Bununla ilgili de sanırım bir yazı yazmam iyi olacak, anlatacak çok şey var. Bu yüzden denize girmek için hiç bir yere imrenmeye gerek yok. Ama güneşin batışında muhteşem renkler ve manzaralar var, şahane.

Tirta Empul  tapınağına girerken herkese bacaklarını kapatacak bir sarong veriyorlar. Bu örtü o kadar canlı renklerde ve güzel ki hemen herkes bunu giyince fotoğraf çektiriyor. Fotoğrafın turizmde en önemli tanıtım aracı olduğunu burada daha da çok anladım. Binlerce insan paylaşım yapıyor, müthiş bir etkileşim yaparak merak ve istek uyandırıyor.



  Bu tapınakta ruhsal ve bedensel arınma ritüeli yapılıyor. Aslında bu Hindu inancına göre böyle ama inancı ne olursa olsun dünyanın her yerinden gelen gençler bu suya girmek için sırada bekliyor. Onları seyrederken düşündüm, kim bilir nereden geldiler? Dünyada kiliseler konser salonu haline dönüşüyorken, bu gençlerin Hindu inanç ritüellerine itibarları neden acaba? Ruhsal ve bedensel arınma? Arayış? Deneyim? Medya? 

Gerçi civar ülkelerden gelen Hindu turistler de çok. Bu karmaşık nedenlerin hepsi var bence ama çok şaşırtıcı olan Hindu inançlarının, ritüellerinin, tapınaklarının çekim merkezi olması. 



Bu tapınakta ejderhanın ağzından akan suyun altında arınmak ve 11 kez bunu ayrı çeşmelerde tekrar edebilmek için bir havuza giriyorsunuz. Havuza girmeden önce soyunma odalarında üzerinizi çıkarıp mayonuzu giyiyor, onun üzerine de vücudunuzu kapatacak şekilde bir yeşil örtüye sarınıyorsunuz. Eski fotoğraflara baktığımda bu yeşil örtü yokmuş. Şimdi ise bu yeşil örtüyü giymeniz mecburi, kiralamanız gerekiyor. Görüntü çok daha güzel olmuş, tabii gelir de artmış. Biz girmedik. Tapınakta kahve ve yeme-içme için  bir yer yapmışlar. Oturup kahvemizi içtik, 20 lira..

Ubud Kecak Ateş Dansı  gösterisine gitmek için uzun bir yolculuk yaptık. Güneşin batışında orada olmamız gerekiyordu. Tapınak girişinde yine hepimize saronglar-örtü dağıtıldı. İçerde maymunlar dolaşıyordu.  Aman çanta, şapka, gözlüklerinize dikkat edin, kapıp kaçıyorlar uyarılarıyla tapınağı dolaştık.  Buralarda tüm tapınaklar açık havada, kapalı olanına rastlamadım. 

Tapınaktaki amfitiyatro uçurumun kenarında ve yüksekte, denize karşı ve güneşin batışını seyredebilecek konumda yapılmış. Tapınakta bir amfitiyatro ne kadar ilginç.



Gösteri saati akşam 19:00 'du. Biz amfitiyatroya geldiğimizde çoğu yer dolmuştu. Herkesi organize eden, yer gösteren, oturtan 2 görevli gösteri başlamadan önce sıralarda bir kişilik bile boşluk bırakmadan herkesi kaydırarak gelenleri oturtmuş ve en sonunda da merdivenlere kadar seyirci yerleştirmişti. Sürekli onları izledim, kapıdan giren herkesi karşıladılar ve yerleştirdiler. Organizasyon süperdi. 

Biletli girilen gösteri müzik aletleri kullanılmadan, kalabalık, yarı çıplak erkeklerin yere oturarak çeşitli sesler çıkarmasıyla ve hareketleriyle çooook uzun sürdü. Ne söylediklerini anlamadığımız gibi çıkardıkları sesler de müzikal bir değer taşımadı. Transa sokan bir şeytan çıkarma dansına dayandığı için çoğu kişi çok sıkıldı.

Bu ateş dansının yapıldığı tapınak uzak bir bölgede olmasına rağmen bir kişilik bile yer kalmamıştı. Biz çıktıktan sonra da ikinci seans için insanlar yine dolu dolu bekliyordu. Sosyal medyada ise mutlaka gidilmesi gereken bir gösteri olarak yer alıyor. İnsanlara bu deneyimlerin hepsini yaşatıyorlar ve çekici hale getiriyorlar. Seyirciler arasında Endonezya'dan gelenler çoğunlukta olmakla birlikte Avustralyadan, Singapurdan, Hindistandan, çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen yüzlerce turist vardı.

Bu gösteri sırasında yaklaşık 30 kişilik grubun değişik çok sesli bir ritim ile hiç durmadan bir saat sahnede yer değiştirerek topluca bir performans göstermesinin zorluğuna ve kendisi için hiç bir şey ifade etmeyen turistlere bilet satarak tapınağa topladıkları yüzlerce insan için "Bravo" dedim. Seslere dayanabilirseniz ne ala...

Taman Tirta Gangga adını Ganj Nehrinden alan kraliyet sarayı. Kral ve ailesi için bir dinlenme alanı olarak yapılmış ama 1963 yılında Agung Yanardağının patlamasıyla neredeyse yok olmuş. Sonra yeniden yapılmış. Her yerinde su var. İçinde renkli kocaman balıkların yüzdüğü bu su Ganj nehrinin kutsallığına da çağrışım yapıyormuş. İçeri girdiğim andan itibaren büyülendiğim bir yer oldu. Sular, balıklar, fıskiyeler, suların üzerinde yürümek için yapılmış taşlar.. Rüya gibiydi. İçinde çeşitli fıskiyelerden çeşitli şekillerde su akıyor. Suyun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hissettiriyor. Mimarisi çok zarif kocaman bir alan. Ben büyülendim. Tam meditasyon alanı.

Uçan Salıncak, Panoramik Salıncak, Tandem Orman Salıncağı, Yatak Salıncağı, Dönen Luna, Hobbit Yuvası, Orman Yuvası, Orman Kalbi, Sinematik Teraslar ve sosyal medyada çok iyi bilinen diğerleri. Bu aktivite tamamen sosyal medya için yaratılmış. Yüksek bir ip salıncağa sizi bağlıyorlar ve palmiye ağaçları arasında sallanmanın hoş hissini yaşıyorsunuz. Salıncağa binmek 400 lira. Eğer sallanırken etekleriniz uçuşsun istiyorsanız bir elbise kiralıyorsunuz, bu da 700 lira. Sallanırken metrelerce uzunlukta eteğiniz uçuşuyor. İstediğiniz canlı renklerde giysi seçebiliyorsunuz. Şahane bir fotoğraf çektirme anı oluşuyor. Sosyal medyada çok bilinen bir anı yaşamış olmanın mutluluğunu yaşatıyor. 😀 Arama motoruna Bali salıncak yazın ve fotoğrafları görün..

Pirinç Terasları muhteşem görüntüler veriyor. Yemyeşil teraslar arasında sular şarıldayarak katmanlardan akıyor. Daha önce hiç pirinç tarlası görmediğim için çok değişik. Bu Hindistan'da gördüğümüz çay tarlalarına benziyor, teraslar ve yeşil muhteşem. Burası da turistik olarak düzenlenmiş. Terasların üst seviyesinde bir restoran konumlanmış. Her türlü yiyecek var. Biz pizza istedik, taş fırında pişip geldi, çok güzeldi. Pirinç tarlaları arasında uzanan yolda yürüyüş yapmak rüya gibiydi. Bizde hala tarım turizminin olmaması ne büyük bir kayıp. Oysa ayçiçeği tarlaları, pamuk tarlaları, çay tarlaları, üzüm bağlarını seyretmek ne güzel olurdu. Şimdilerde lavanta ve gül bahçeleri ile ufak adımlar atıyoruz sanırım.

Instagramda öne çıkanlar diye turlar düzenliyorlar. Yani sosyal medyanın gücünü şahane kullanıyorlar. Fotoğrafla dünyaya tanıtım yapıp istek uyandırıyorlar. Cep telefonundan bu fotoğrafları gören herkes orada olmak, bu fotoğrafı kendisi çektirmek istiyor. Denizin rengini, sahilleri, otelleri, dağları, yeşili görmek için saatlerce uçuyor.. Arınmak için gelenler, yoga kamplarına katılanlar, inzivaya çekilmek için gelenler..

Avrupa'nın erkenden kapkaranlık olan sokaklarına, kapanan mekanlarına karşılık Uzakdoğu ışıltı vaad ediyor. Yeme-içme yerlerinden canlı müzik yayılıyor. Mekanların çokluğu, nezih ve güzel oluşu, fiyatları, lezzetleri, insanların naifliği gençlerin kalbini çeliyor, "Hayat burada" dedirtiyor. Bunların yanında tropikal ormanları, doğal güzellikleri ve bu güzellikler içine konumlanmış aktiviteleri tam onlara göre. Turistlerin çoğu bu gençlerden oluşuyor.

Zaman değişiyor. Nasıl bir yaşam? Nerde? Kiminle? sorularına verilen cevaplar artık bizim ezberimizden farklı. Aileden uzak olmanın sorun olmadığı, vatan topraklarının burnunda tütmediği, yemeklerinin aranmadığı, eş-dost-akrabaların uzaktan sevildiği, değişik, sıra dışı, ilginç yaşamların ilgi çektiği yeni hayatlar var. O zaman da insan herkes istediği gibi, istediği yerde yaşasın diyor. Yeter ki mutluluğu ve yaşamın anlamını çok aramadan bulsunlar. Hem kendi içlerinde hem de yaşamlarında..





PHUKET ! Sen Bize Ne Yaşattın Öyle?



Phuket 2014 yılında yaptığımız Dünya Seyahatine imzasını atmıştı. Patong sahilinde yaşadığımız keşmekeş ve memnuniyetsizlik üzerine "Acaba gitmesek mi?" dediğimiz Naka Island ile bizi şaşırtmış ve sıra dışı bir turizm anlayışı ile sonunda "İyi ki geldik, biz ne yaşadık böyle" dedirtmişti.

Bu ikici gidişimiz pek de heyecan verici değildi. Yine de doğal güzellikler vaat eden adalarını görecek olmamız değişik geldi. Otelimizden sabah erkenden çıkıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra Phuket'in güzel marinasına ulaştık.

 


Marinanın adı Royal Phuket Marina. Marinaya bir tabela asmışlar "Bu marina Asya'nın ilk ve tek karbonsuz marinasıdır" diyor. Bu da bana çok enteresan geldi.

Arkamızda öyle yazıyor :)



Elektrik kablolarının binlercesinin direklerde sallandığı, çevresel düzenlemelerin en alt seviyelerde olduğu bu coğrafyada ilginç bir yaklaşımdı. Sonra bunun ne anlama geldiğini merak ettim. Deniz taşıtlarının yakıt tüketimi ve yanma süreçleri nedeniyle atmosfere karbon salınımı yaptığını, bunun da iklim değişikliği ve hava kirliliğine yol açarak, deniz ekosistemlerine zarar verdiğini öğrendim. Bu nedenle karbon salınımının azaltılması ve karbondan arınması için önlem alıp, çalışmalar yapılıyormuş. Marina belli ki uluslararası turizmin dikkatini çekip yüreğini ferahlatacak önlemi aldığını bildiriyor. Öyleyse çok güzel, ama gerçekten öyle mi?



Böyle bir marina için "Vay be" dedirtiyor.. ama bunun için ne yapıyorlar onu bilmiyorum. Çünkü tüm deniz motorlarında üçer dörder koca koca devasa motorlar var? Turizm kazancımız artacak diye doğa nasıl katlediliyor çok anlaşılır oluyor böylece.

Öyle ki buralarda ekosistem öyle zarar görüyormuş ki; bazı adalara deniz canlıları kendini yenilesin yosunlar, mercanlar yok olmaktan kurtulsun diye bir-iki ay turizm yasağı geliyormuş. Bunları da hep yerel gazetelerinden araştırıp buldum. Çünkü bir terslik var. Doğanın zorbaca kullanıldığı ama birilerinin üst düzeyde rant sağladığı gerçek. Bu zıtlıkları görünce insan ister istemez soru soruyor.

Marinada öyle rezidanslar varmış ki ; her dairenin özel bir yat garajı varmış. Biraz daha araştırınca
Marina'nın kurucusunun Gulu Lalvani olduğunu öğrendim. Bu isim bana hiç yabancı gelmedi. Hintli
dünya zengini işadamı. Aaa bir de baktım ki Semiramis Pekkan'ın 9 yıl evli kaldığı eski eşi. Nerden nereye?? Semiramis Pekkan'ın bu zengin adamdan bir de çocuğu olmuş.

Marinaya gelir gelmez bir salona alındık.. Bileklerimize otellerde takılan bilekliklerden takıldı. Girdiğimiz salonda açık açık büfe kahvaltı verildiğini gördük. Bir motorla ada turu yapacaklara zengin bir menü sunuluyor. Sunumu şaşalı olmasa da menü çeşitli ve güzel. Biz otelde kahvaltı etmiştik ama burada da ufak tefek atıştırdık. Sonra da bir görevli elindeki mikrofonla yolcular için Andaman Denizi haritası üzerinde bilgi aktarmaya başladı. Bir yandan adalarla ilgili bilgi verip bir yandan da adalarda neler yapılabilir anlattı.


Yolculuğun detayları bitince katılımcılara sağlık bilgileri soruldu. "Kalbi olan var mı?" "Bel fıtığı olan, ameliyatlı olan var mı?".. Katılımcılar ve görevli bu sorulara gülerek eğlenceli bir ortamda cevap veriyor, birisi rahatsızlık geçirdim dese de "Kaç yıl önceydi? Tamam bir şey olmaz" diyerek kararı da veriveriyordu. Sonrasında sigorta ile ilgili bir belgeye tüm yolcuların imzası alındı.

Tüm bu işlemlerin bizim için o sırada bir anlamı olmasa da hiç tereddütsüz bu işlemlerden geçtik. En sonda da bir kavanoza bulantı hapları konulmuş, birer tane alıp çantamıza koyduk. İkram nasıl olsa :)

Bu sorular sorulurken adalar turu yapacak olan katılımcılar olarak bizler bir deniz yolculuğu için bu sorulara ne gerek olduğunu anlayamıyoruz tabii ki.. Sonra da muhteşem manzaralarla dolu adalara
gitmek üzere katamaran tipi büyük bir tekneye bindik. Deniz otobüsünün küçüğü, içinde çeşitli
turistlerin olduğu yaklaşıl 40-50 kişilik bir tekne. Göreceğiniz gibi can yelekleri de oturduğumuz koltuklara bağlanmış durumda.. Hepimiz mutluyuz...





Katamaran tekne sırasıyla adalara uğruyor, ya denizde mola veriyor, ya da adaya yanaşıyor. Bazen dalgalar rüzgarla üzerimize sular sıçratsa da katamaranın fermuarlı naylon perdelerini kapatıp korunuyoruz. Sonunda Phi Phi adındaki o meşhur adaya da yanaştık. Burada yolcular için bir restoranda yemek molası verildi. Yemek açık büfe. Birkaç tane daha restoran var. Doluluğa göre yolcuların  hangisine gidecekleri belirlenip bir kağıda adı yazılıp duyuruluyor. Organizasyon çok güzel işliyor.

Bu adada yüzerken iki Türkiye'den gelen genç kızla tanıştık. Üniversiteyi bitirmişler ve kendilerine  yerleşecek yer arıyorlarmış. Nerede yaşasam? diye dünyanın bir ucuna gelecek kadar arayışa girmişler.  Ucuzluğu cazip geliyor sanırım ama yeşil bir doğa arıyorlarmış. Köyde büyümüş bu kızlara köyünüze gidin diyemedik tabii. Belli ki daha çok arayacaklar :) Allah kolaylık versin.


Yemeğimizi yiyip çay kahvemizi de içtikten sonra sahilde kısa bir yürüyüş yapıp McDonalds bile olduğunu gördük. Bu kısa yol hediyelik eşya satanlarla turistik hale getirilmiş. Zamanımız dolmak üzereyken son çektiğim fotolarda bile denizin üstünün karardığını ve dalgaların yavaştan arttığının farkında değildik.


Tekneye bindiğimizde tüm sudan korunmak için bulunan perdeler kapatılmıştı. Hatta niye yolculuk başlamadan hepsini kapattılar diye düşünmüştüm. Yola çıkmadan yerlerimize yerleşirken bir görevli teknede karpuz dilimlemeye başlamıştı. Hepsini çok güzel şekilli kesip dilimledi ve tekne hareket ettikten sonra da herkese ikram etti. Teknenin girişinde herkese yetecek kadar su, meyve suyu ve muz ikramı her daim hazırdı.

Teknemizin 4 kocaman motoru çalıştıktan sonra hızla yol almaya başladık. Fakat rüzgar o kadar şiddetli ve dalgalar güçlüydü ki tekne dengesiz şekilde savrulmaya, zıplamaya başladı. İlerledikçe şiddeti artıyordu. Başta her zıplamada eğlenceli bir lunapark deneyimi gibiydi. Yolcular arasındaki gençler "Hoooopppp" diye bağırıyordu. Bir oturup bir kalkıyorduk. Dalgalar büyümeye hava iyice patlamaya başlayınca katamaran denizden ayağını kesiyor, zıpladıktan sonra "Baaaammmm" diye tekrar suya çarpıyordu. Ellerimizle önümüzdeki koltuğa sıkı sıkıya tutunmuş haldeydik. Bu durumun giderek şiddetlenmesi ve korkunun giderek artmasıyla bağırmalar değişti. Tekneye korku dolmuştu.

Önümüzdeki sırada oturan bey belini incitti, yanında oturan eşi de koridora istifra etti. Yan sıramızda oturan iki genç kız baygınlık geçirdi ve ön sıradaki erkek arkadaşları onların yanına oturarak birbirlerine sarıldılar. Ara sıra kıza bakıyordum, kız bayılmıştı ve arkadaşı yüzünü tokatlıyordu. Dalgalarla boğuşan katamaranda herkes çığlık çığlığaydı. Tekne dalgayla yükseliyor şiddetle denize çarpıyordu. O sırada biz otururken havaya fırlıyor tekrar koltuklarımıza şiddetle çarparak oturuyorduk. Önde hava alsın diye açık bırakılan perdeden sular üzerimize sıçrıyor, rüzgar alıyorduk.

"Yolun sonu" dedim. "Buraya kadarmış!".. Kaptan ayağı yalınayak, esmer bir genç. Direksiyonu bir sağa bir sola çeviriyor, dalgaları karşılamaya çalışıyordu. Çalışanlar kusanlar için hemen torba dağıttılar, yerdeki kusmuklar midemizi bulandırmasın ve yerler kaymasın diye büyük havlularla üzerlerini kapattılar. Bitmiyordu...Yan sırada oturan genç bir yandan kendisine sarılmış baygın kızı tutarken bir yandan da yandaki sırada istifra eden bayana torba tutuyordu. Üstüne başına kusmuklar sıçramıştı. 

Durumun ciddiyetini anlayamıyorduk. Mürettebat genç çocuklar rahattılar, gülüyor aralarında eğleniyor görünüyorlardı. "Ne kadar yolumuz kaldı ?" diye soranlara yalandan 10 dakika-20 dakika diyorlardı ama en son sorulduğunda 40 dakika dediler. Artık soru sormayı bırakmıştık. Endişe korku rutin ilerlemiyor bir müddet sonra teslim oluyordu. Kimsede hal, derman kalmamıştı. Bir yandan da can yeleklerini düşünüyordum. Tekne suya çarptığında motorları arızalanabilir, delinebilir, hasar görebilirdi. Böyle bir durumda bu dalgalarda su üzerinde kalabilmek mucize olurdu. Can yeleklerini bize niye giydirmediler? Nasıl giyerim? diye düşünürken önümdeki yeleğin sandalyeye kilitlendiğini gördüm. Onu açmak ve giymek için ellerimi tutunduğum yerden bırakmam lazımdı. Bir an bile tutunmadan yapamazdım. Bir ayağımla da zemine sıkıca basmazsam dengede kalmam mümkün değildi.

Herkes kafasını eğmiş, kimse dışarıya, dalgalara bakamıyordu. Aklımda deli sorular vardı ama bana güven verecek bir ortam yoktu. Kilitli can yelekleri, marinada bize yapılan sunum, imzalatılan sigorta belgesi, bulantı hapı... Her şeyin önceden defalarca yaşandığını gösteriyordu. Defalarca bunu yaşıyorlarsa önlem bu muydu? Güler yüzlü personel, büyük havlular, siyah poşetler.. 

Bu yazıyı yazabildiğime göre sağ salim karaya indik demektir. Allah'ıma bin şükür 🙏.. Tekne limana yaklaşırken dalgalar azaldı, hava sakinledi, biz de sakinleştik. İndiğimizde yeniden hayata başlıyor gibi hissettik. Hani "Öldük öldük dirildik" denir ya.. aynen öyle.. 

İçim rahat değildi. Bu riskleri alarak güvensiz yola çıkan bu teknelerin yaşanmış kazaları var mıydı? Akşam otele dönünce hemen internetten haber araştırdım. 2018 Yılında Phi Phi adasından yola çıkan tekne dalgalarda alabora olmuş ve 41 Çinli turist ölmüştü. Bu resmi de oradan aldım. Korkunç.




Daha bir çok deniz kazasına ev sahipliği yapan Phi Phi adası yaralanma ve ölüm hikayeleriyle doluydu. Adadan yola çıkan sürat teknesi kayalıklara çarpmış, Rus yolcunun ciğerleri delinmiş, birinin kaburgaları kırılmış, çocukları ölmüş, kaptan uyuşturucu testine tabi tutulmuş ve kanında amfetamin bulunmuş..

Phi Phi adası alarm verilip kırmızı bayraklarla donatıldığında iki turist genç yine de denize girmek istemiş. Cankurtaranlar "Girmeyin" diye yalvarmışlar ama dinletememişler, ikisini de dalgalar yuttuğunda cankurtaranlar cansiperane şekilde denizden cesetlerini çıkarmayı başarmışlar. Haber aynen böyle yazılmış. Başka birinde de turistlerden 10 kişinin kemikleri kırılmış.. bu nedir yaaa...

Okudukça içime sıkıntı girdi. Nasıl da ucuz atlattığımızı düşündüm. Hava şartlarının her zaman böyle olmadığı doğru olabilir. Ancak havayı ve denizi tahmin etmedikleri söylenemez. Kaptanın ve çalışanların rahat tavırları bazılarına moral vermiş. Bana da aksine hiç güven vermediler. Can yelekleri aksesuar olarak sandalyelere bağlıydı. Biz havalara zıplarken emniyet kemeri gibi bir aparat bile takılı değilken gerçekten kemiklerimizi kırmak işten bile değildi. 

Ne yazık ki, yıllar boyunca Phuket'de deniz güvenliğine gölge düşüren kazalar yaşanmasına rağmen Phuket denizcilik sektörü hiç bir zaman güvenlik sorunları hakkında konuşmak üzere bir araya gelmemiş. Sürücülere yönelik denetim ve taramaları arttıralım, yasadışı madde kullanımına karşı testler yapalım, turist taşıyan tekneler için sigorta yapalım önerilerinde bulunmuşlar, o kadar. 

Phuket bu adaların dünyaya tanıtımını yapıp, binlerce kişiyi buralara getirmeyi başarıyorken hangisini ihmal ediyor? Açık büfe kahvaltı, yemek, ikramlar? Eğlenmeye gelen insanların can güvenliği? Teknelerle zarar gören kayaçlar, mercan resifleri, deniz canlıları? Karbonsuz marinadan kalkan kocaman motorlu katamaranlar? O motorlarla girilmeyen, sandallara aktarma yapılması gereken yerlere yüzme molası vermek için giren motorlar.. 

Ve aç gözlü, doymak bilmeyen her yeri, her deliği görmek isteyen insanoğlu... bu yüzden ülkelerin gelişmişlik düzeyi kuralları getiriyor ve onları ciddiye alıyor. Doğasını, tarihini insandan korumak için önlemler alırken insanı da koruyor, can güvenliğini sağlayan önlemler alıyor. Her iki tarafın da korunduğu turizm sürdürülebilir oluyor. 

Ertesi gün programda olan James Bond adasını görmesek de olur deyip tura katılmadık. Üstelik o gün hiç durmadan yağmur yağıyordu. Denizin şakası olmaz demişler. Bizde hat vapurları bile böyle havalarda sefer iptali yaparlar. 

Havayı, dalgayı hiçe sayıp dalga geçen, açık denizde insanların canını tehlikeye atan, doğayı tahrip eden savurgan, özensiz, bilinçsiz turizm anlayışı değişmeli... Yoksa biraz da biz mi değişmeliyiz? 

Tayland'da daracık sokaktan geçen treni görmeye binlerce insan geliyor. Tren hiç bir güvenlik önlemi olmayan bu derme çatma yoldan geçerken insanlar sıkışmış halde tezgahların arasına sığınıp kendini korurken bu deneyimi yaşamak istiyor. Kimileri trenin geçtiği yola dizilirken kimileri de içinde yolculuk yapıp dışarıyı fotoğraflıyor. Bu da gelişmiş toplumların birbirine benzeyen yapısını ve kültürünü görmek yerine basitlik, ilkellik ve değişiklik arayışı sanırım. 



Hindistan'da da sokaklarda, trenlerin üzerinde üst üste yığınlar halinde yolculuk yapan insanların fotoğraflarını görüyoruz. Bunlar da bizim için görülmesi gereken ilginç, ilkel yerler oluyor. 

Evet çok değişik, çok şahane, çok ilginç... tamam paramızı alıyorlar razıyız... 
Yeter ki aklımızı, canımızı almasınlar..