Fabrikaya geldiğimde çok şaşırmıştım. Bahçe içinde kocaman modern bir bina.. girişte solda kocaman bir yemekhane, ortada resepsiyon..
Üst katta her yer halı döşeli, açık kocaman bir alan, hiç duvar yok, masalar aralardaki dolaplarla bölünmüş. O zamanlar kocaman bu katta sanırım 5 kişi çalışıyorduk. Sonraki yıllarda departmanlar kurulunca 5 kişi çalıştığımız alan yaklaşık 50 kişinin çalıştığı bir kat haline dönüştü..
Fabrikada serum üretiliyordu. Üretim yeni yeni başlıyordu. Fabrika binası kocamandı, üretimin yanında kocaman bir depo, bakım-onarım bölümü, kimya laboratuvarı, mikrobiyoloji laboratuvarları, test hayvanları (tavşan ve fareler), kocaman bir konferans salonu, personel için alışveriş yapabilsinler diye küçük bir market..
Çalışanlar işçiler, laborantlar, kimyagerler, mühendisler.. Fabrikada sadece üretim yapılıyordu, ilk zamanlar diğer departmanlar yoktu.
Yönetim kadrosu Eczacıbaşı İlaç'tan gelmişti ama alt kadrolar tamamen yeni kurulmuştu.. Herkes gençti.
Yöneticim Şenol Bey ayakta sol başta.. yanında Üretim Müdürü Doğan Bey, Ben,
sağ taraftaki arkadaşlarım Kimya ve Mikrobiyoloji Laboratuvarından,
oturanlar planlama ve proses mühendisleri..
oturanlar planlama ve proses mühendisleri..
Sabah saat 07:00'de işbaşı değişikti. Sabah Yeniköy'deki evimden 5,5-6 gibi çıkıp caddeye yürüyor, oradan da servise biniyordum. Vardiyalı çalışanlar bu sisteme alışıktı. Memnundular. Üç vardiya çalışılıyordu, her hafta çalışılan saatler değişiyordu. Ama biz ofis çalışanlarının mesai saatleri hep aynıydı.
Fazladan mesaiye kalındığında saat başına normal ücretin iki katı alınırdı. Eğer hafta sonunda ya da Pazar günü bir mesai söz konusuysa normal ücretin 3-4 katı fazla kazanılırdı.
Saat 07:00'de herkes masasında hazır olurdu, iş başlardı. Üretim kesintisiz devam ettiği için mühendisler hemen işlerini diğer vardiyadan devir alırlardı.
Sabah hemen çay ve poğaça servisi yapılırdı. Aşağıda kocaman yemekhanemiz vardı. Ahçıbaşılar, garsonlar... orası ayrı bir fabrika gibiydi..
Sabah saat 10:00'da bir büyük mola olurdu. Bu yarım saatlik molada işçiler yemekhaneye gelir, orada istirahat edip çaylarını içerlerdi. Biz de kendi katımızda bir bölmede ortada duran masanın etrafına toplaşırdık. Bu yarım saatlik molalarda kimse masasında kalmaz, üretimdeki mühendisler, laborantlar da yukarı çıkarlardı. Hep beraber sohbet eder, çaylarımızı içerdik.
Ben ayakta sağdan üçüncü..
Bazen bu ortak masa yerine Üretim Müdürü Doğan Bey'in masasının etrafına sıralanırdık. Bizi her zaman dinlerdi.. Hiç acelesinin olduğunu bilmem, hep sakindi..her konuda sohbet ederdik..
Hepimiz beyaz önlük giyiyorduk. Biz ofis personeli de öyleydik.. Zaman zaman üretim kısmına girdiğimizde önlük zorunluydu. Bu yüzden herkes giyer hiç çıkarmazdı.
Bu birliktelikler, paylaşımlar, sohbetler bizi çok yakınlaştırırdı. Mola saatleri bazen uzar, bazen de tartışmalar bitmezdi.. Kimsenin "hadi işinizin başına dönün" dediğini hatırlamam.. Herkes işini ihmal etmeden molasını ayarlardı. Bu sayede çok güzel arkadaşlıklar kurmuştuk.
Öğle paydosunda yemeğimizi yine topluca masalarda yer sonra hemen aktivitelere başlardık. Bir grup soyunma odalarında hemen üstümüzü değiştirir, koşu yapardık. Koca fabrikanın etrafında 10 tur attığımızı bilirim.
Bazende birkaç kişi bahçede dolaşır, sohbet ederdik..
Kendi aramızda bir takım kurduğumuz da oldu. Takımların adı Koftispor (Menend, Akın, Serdar, Naci) ve Haybegücü (Arda, Turgut, Gürsel, İzzet) idi..
Fotoğrafın arkasına şöyle yazmışım.. :
Bir yerden başlamak gerekti.. Tam başlamıştı..
Bizi engelleyen nedenlere bir kez daha takıldık.. Kavga çıktı.. Maç bitmedi :))
Sen neymişsin be Haybe !!
Öğleden sonra da bir uzun molamız olur yine toplaşırdık.. Zaten mesai de saat 15:00'te biterdi.. İşte en harika kısım burasıydı. Sabah erken başlamak ve günü kazanmak bundan sonraki yaşamımda hep alışkanlığım olacaktı.
Saat 15:00 te çıkıp hemen servislere biniyor ve ya eve ya arkadaşıma ya da bir etkinliğe gidiyordum. Bu yıllarca böyle devam etti. Diğer bölümler de açılıp, personel çoğalınca memurlar için ayrı bir servis düzenlendi, saatleri değiştirildi. 08:00 işbaşı yapıldı. Ama o zamana kadar uzunca bir süre erken çıkmaya devam ettik.
İlk zamanlarda çok çekingen kaldım. Bu yabancı çevrede daha çok gözlem yapıyordum.. İlgi alanımda olmayan birçok konu konuşuluyor, sohbetler yapılıyordu.. Bayanların hiç biri evli değildi. Bir tek benim çocuğum vardı. Bir tek ben lise mezunuydum, üniversiteyi tamamlayamamıştım.. (daha sonra neler olacağını başlangıçta hiç bilmiyordum)..
Yeni işimde tek başıma çalışıyordum. Üst katta çalışan mühendislerin ve yönetimin işlerini tek başıma yürütüyordum. Tüm raporlamalar, iç-dış yazışmalar, teksirler, formlar.. İşleri önceliklerine göre sıraya koymam gerekiyordu, çünkü herkes "benim işim çok acil" diyordu. Formül içeren birçok rapor, proje ya da yurt dışı yazışmaların hepsini yapıyordum. Ne olup bitiyorsa haberim oluyordu. Yeni araştırmalar, yönetim kararları..
Fabrikadaki tüm resmi, önemli yazışmalar, projeler, Bakanlık izinlerinin bulunduğu evraklar için dosyalama sistemi kurmuştum. Anahtarları bendeydi. Dört dolap böyle önemli evrak vardı. Eczacıbaşı'ndan tüm evraklar dolaşıma çıkar, Şenol Bey'e de gelirdi. O'da gördükten sonra Levent'e geri gönderirdim. İki fabrika arasında sürekli bir iletişim vardı.
İşim beni öyle geliştiriyordu ki, elimden geçen tüm önemli, önemsiz yazışmaları okumak zorundaydım. Bu evraklardan biri istendiğinde bulup getirmek ya da nereye gönderdiğimi bilmek zorundaydım. Her türlü konunun zaman tünelindeki yerini bilip, bulup getirmem gerekirdi. Her bilgiye hakimdim. Yazışmalarda alınan kararlar, riskler, geleceğe ilişkin hazırlıklar.. O zamanlar e-mail yok :)) her şey yazıyla yapılıyor... eğer çok gizli ise belki telefonla..
Bazı Cumartesi günleri kovayla su hazırlar, elime eldivenleri geçirir dolapları kendim siler, yerleştirirdim. Arkamdaki dolapların üzerinde hep çiçeklerim olurdu. Saksıları Levent'teki Gorbon Işıl'dan alırdım.
Fabrika Müdürü yöneticim Şenol Bey çok saygı duyduğum, anlayışlı, babacan, esprili, sıcak bir yöneticiydi. Cumartesi günleri Şenol Bey çalışmazdı... ancak çoğunlukla 1-2 saat uğrardı.. ne var ne yok bir kolaçan ederdi..
Bazen de kendisi Samsun'lu olduğu için Cumartesi günlerinde "Hamsi günü" organize ederdi. Böyle bir Cumartesi günü kilolarca hamsi aldırır, fabrikada çalışan tüm Karadenizli kadınlar mutfakta hamsi kızartma ve hamsili pilav, mısır ekmeği yaparlardı. O gün herkes bu özel menüden yerdi. Bir şölen havasında geçerdi.
Eczacıbaşı'nın farkı buradaydı. Bütün bunlar kurumsal bir yapı içinde geleneksel ya da personel günü gibi yılda bir kez yapılan büyük organizasyonlar değildi. Gayet samimi, doğal, sıradışı ve çok sıcak geçerdi. O zamanlar Eczacıbaşı'nın diğer fabrikalarındaki üst düzey yöneticiler de çok sıcak, alçakgönüllü ve samimiydi.. Herkesle sohbet eder, birlikte aktiviteler yapar, birbirlerine çok takılırlardı. Onlar da çok iyi arkadaştı.. 15-20 Yıldır birlikte çalışıyorlardı..
Cumartesi günleri Şenol Bey'in öğlene yakın uğraması hoşumuza giderdi. Zaten Cumartesi günleri Şenol Bey olmayınca benim de işim olmazdı. Çoğunlukla kitap okurdum. Cumartesi sabahları ya biri işe gelirken taze ekmek, kaymak, bal getirir yemekhanede kendimize ziyafet çekerdik, ya da molaları uzatırdık..
Bir gün masamda kitap okurken gözlerim kapanmış, kitap masada üzerine başımı yaslamışım, Bir kapı tıkırtısı duydum ve başımı kaldırdım. Şenol Bey gelmiş odasının kapısını açıyor :(( Bana bakarak gülümsedi ve günaydın diyerek odasına girdi. vee hiç bir şeyyy söylemedi. konusu bile olmadı... Utancımdan yüzüne bakamamıştım..
Şenol Bey lezzetli yemeğe çok düşkündü. Fabrikaya gelen yabancı ve özel misafirler için çok özel sofralar kurulurdu. Hemen aşçıbaşını çağırtır ve menü hakkında konuşur, nasıl pişireceğine ilişkin talimatlar verirdi. Yemekten sonra da geri bildirim seansı olurdu. Yine aşçıbaşını çağırır nasıl olması gerektiğini söylerdi.
Çok nüktedan biri olduğu için sohbetleri sırasında mutlaka konuya uygun bir fıkra anlatırdı. Odasından misafirleri olduğunda çoğu kez kahkaha yükselirdi. Fıkrayı konuya mükemmel şekilde bağlardı. Ben de odanın hemen yanı başında olduğumdan fıkralara gülerdim. Kapısı çok gizli bir şey olmadıkça kapanmazdı.
O zamanlar şimdiki gibi iş toplantıları olmazdı. Toplantı masası vardı ama çok nadir bir toplantı olurdu. Hep görüşmeler birebir yapılır işler yürürdü.
Alt kattaki küçük markette acil tüm ihtiyaçlarımızı karşılayabilirdik. Bakkal gibiydi. Büyük olanı Levent'teki fabrikadaydı. Burada beyaz eşyalar, fırınlar, ev eşyaları da bulunurdu. Üstelik piyasadan çok daha uygun fiyata ve taksitle alma imkanımız olurdu. Bunları hep Eczacıbaşı organize etmişti. Markette olmayan bir şey istediğimizde Levent'ten getirirlerdi.
Bir yılbaşı çekilişi yapmıştık. 20-30 kişi birbirimize hediye alacaktık. Bir alt ve üst harcama limiti belirledik ve bizim marketten hediye seçme şartı getirdik. Nasıl eğlendik anlatamam, Gülmekten gözlerimizden yaşlar gelmişti. Kafasında hiç saçı olmayan Sezai'ye saç tarağı çıkmış, Depo Sorumlusu Hakkı Bey bir litre ayçiçek yağını kapmış, ben de bir paket sosis ile yeni yıla girmiştim :))
Eczacıbaşı Serum Fabrikası daha sonra Hastane Ürünleri A.Ş. oldu ve Genel Müdürü de yine Şenol Bey oldu. Diğer bölümler de faaliyete geçti, Müdürlükler oluşturuldu. Mali İşler, İnsan Kaynakları, Satın Alma, Üretim, Kalite Kontrol, Bakım-Onarım, Üretim Planlama gibi bölümlerde bir çok Müdür görev yapmaya başladı. Kadrolar kalabalıklaştı, arkadaşlarımdan birçoğu bu Müdürlüklere atandılar. Ofis bölümlere ayrıldı. Benim oturduğum alana Dış Ticaret'le ilgilenen bir arkadaşım geldi. Yine de kocaman bir alanda oturuyorduk.
Tam karşımızda büyük bir konferans salonumuz vardı. Bu salonda kutlamalar yapılır, işçilere eğitimler verilir, gelen misafirlere bilgi aktarılırdı. Çoğunlukla üniversitelerden öğrenciler gezilere gelirlerdi. Fabrikada üretimi inceler sonra da Eczacıbaşı'nın duayeni Suphi Ayvaz'dan bilgi alırlardı.
Biz de personel olarak bir çok eğitim almıştık. O zamanlar daha çok üretime ilişkin eğitimler vardı. Hijyen eğitimleri.. ya da ilk yardım eğitimleri sık verilirdi. Hijyen konusu çok ilgimi çeker, Suphi Bey de harika anlatırdı. Mikropları ve hayatımızdaki yerlerini dikkatle dinlerdim.
Benim masam bu odanın karşısındaydı. 1986 yılında yaptğım karakalem resimler hep Cumartesi günlerinin eseridir :))
Oturduğum yerden salonun girişini resmetmiştim.
Kara kalem resimlerimden biri..
Laboratuvarlarda üretilen serumlar küçük cam kaplara eklenir ve mikrop üreyip üremediği kontrol edilirdi. Bu işlem için laborantlar astronot gibi giyinir, özel odalara girerlerdi. İşleri hep mikropların cinsleriyle olurdu. Serum zaten hastaya hem de damar yoluyla verildiği için çok hassas kontrolleri vardı.
Başka bir bölümde de tavşanlara serum enjekte edilir ve ateşleri ölçülürdü. Eğer ateşleri çıkarsa serum incelemeye alınırdı. Her parti üretim için bu işlemler tekrarlanırdı. Tavşanlar bir tahta boyunduruk içinde öylece beklerlerdi, serum yemekten şişmanlamışlardı. Her birinin çizelgeleri ve dinlenme süreleri vardı. Aynı işlemler fareler için de yapılır, fareleri eldivenleriyle öylece tutarlardı.. Biz camın arkasından içeriyi korkuyla seyrederdik..
Bir çok serum çeşidi vardı. Çeşitli oranlarda Dextroz, İzotonik Sodyum Klorür, Laktatlı Ringer en çok üretilenlerdi. Su, Reverse Osmos, ham madde, dolum, şişe, torba, set, sterilizasyon, ambalaj, karantina en çok kullanılan kelimelerdi..
Kızılay her yıl fabrikaya gelir kan bağışı toplardı. Kocaman bir tır konteynır içinde sedyelere yatar kan verirdik.
Eczacıbaşı'nın basketbol okulu Levent'teki fabrikanın arkasındaydı. Pazar günleri Gürcan'ı bu okula götürüyorduk. Sanırım 5-6 yaşındaydı. Çok küçüktü ama belki sever diye başlatmıştık. Bir iş yerinin hemen yanı başında bu spor salonu harikaydı. Eczacıbaşı Basketbol Takımı da burada antreman yapardı. Takımın şampiyonluk gibi önemli maçlarında bizim fabrikadan da otobüsler kalkar, anonslar yapılır, isteyenler işi paydos eder, maça giderdi.. Biz de hiç kaçırmadan maçlara gider, tezahürat yapardık.
Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Takımın bir çok şampiyonluğu vardı. Peşpeşe 1976-77-78-80-81-82-88-89 yıllarında 8 kez şampiyon olmuştu, 1988'de bir de Cumhurbaşkanlığı kupasını almıştı. Maalesef daha sonra kulüp faaliyetine son verdi..
Spor işleriyle Şakir Eczacıbaşı ilgilenirdi. Şakir Bey'in Genel Müdürlüğü, İcra Kurulu Başkanlığı'nın yanında en önemli işi spor ve sanatla ilgilenmekti. Kendisi de önemli bir fotoğraf sanatçısıydı. Eczacıbaşı'nın o yıllardaki ajanda takvimleri bir fotoğraf koleksiyonuydu. Her yıl farklı bir konu işlenirdi ve en ünlü fotoğraf sanatçılarının resimlerine yer verilirdi.
O zamanlar hem Nejat hem de Şakir Eczacıbaşı'nın sağlıklı günleriydi. Her ikisiyle de karşılaşma ve tanıma fırsatım oldu.
Nejat Eczacıbaşı bir keresinde kimseye haber vermeden fabrikaya gelmişti. Koşar adımlarla yukarı çıkıp Şenol Bey'e selam vermiş ve yine "hiç rahatsız olmayın" diyerek yine koşar adımlarla ofisler, üretim, yemekhane, tuvaletler dahil uçarak dolaşmıştı.
Öyle hızlıydı ki, ne bekçiler bize, ne de biz diğer bölümlere haber verememiştik... herkes peşinden gitmek istiyor ama O "aman siz işinize dönün, hiç gerek yok" diyordu.. tek başına dolaştı.. Günün bilançosunu sonra bir araya gelip konuştuk. Birinin çöp kutusuna atılmış beyaz kağıtlara "bunların arkasını da kullanın evladım" demiş, bir diğerine saksının altına koyduğu kağıt için "evladım matbaadan çıkmış kağıtlar daha değerlidir, daha yüksek maliyetlidir, onun yerine başka kağıt kullanın" demişti.. Hepimiz nelere dikkat ettiğini görüp şaşırmıştık. Koskoca patron ufacık bir kağıdı kolluyordu.. Bu öğütler bende yıllar boyunca alışkanlık haline gelmiştir.
Başka bir sefer de geldiğinde elinde bir maket vardı. Maketteki bina O'nun hayaliydi. Levent'teki fabrika yerine yapılacak olan Kanyon Alışveriş Merkezi'nin planı üzerinde çalışılıyordu. Seyyar küçük bir maketi getirmiş fikir paylaşıyordu. İlaç şehir dışına taşınacaktı.. çok heyecanlıydı.
Çalışanlar olarak hep hayranlığımızı kazanmış bir patrondu.
Sağlığına çok dikkat eder, sabahları saat 5'te evinin havuzunda yüzer, öğlenleri odasında bir saat kestirir, sağlıklı beslenirdi. Düşmesi kötü bir talihti..
Öldüğünde cenazesi Levent'teki Fabrikanın bahçesine getirildi. Ben de oradaydım. Tabutunun üzerine pencerelerden karanfiller yağmıştı. Bu karanfilleri görünce ağlamıştım.. Cenazede Vehbi Koç'un da çok yaşlandığını, üzerindeki kazağı yardımcısının çıkarıp giydirdiğini görmüştüm..
Eczacıbaşı'nda 12 yıl çalıştım... 5 yıl ve katlarındaki kıdemi olan personel için kutlamalar yapılır, özel ikramiyeler verilirdi. Benim 10. Yılımda yakama üzerinde Eczacıbaşı yazan altın rozetimi Şakir Eczacıbaşı takmış ve tebrik etmişti.
Şakir Eczacıbaşı ile 10. Yılımda
Sadece iş yapmıyordum.. Gözlemliyor, öğreniyor, sanatla, sporla ilgileniyor, hayatım boyunca taşıyacağım arkadaşlıklar ediniyor, Cumartesi günleri kitap okuyor, çizim yapıyor, her gün saat 3'ten sonra geziyor, dolaşıyordum..
Eczacıbaşı yılları gençlikten olgunluğa doğru yola çıktığım yıllardı.
1983-1995 arasındaki 12 yılda neler oldu neler :))