O zamanlar bomboş çayırlıklar, tek tük evler, at arabaları.. Şimdi baktığımda küçücük, ama çocukluğumun kocaman Demirkapı ve Bağlar Caddeleri..
Önce tek katlı, sonra iki katlı, sonra 3 katlı bahçe içinde evimiz. O zamanlar evler bir seferde pek bitmez, paramız oldukça üzerine bir kat çıkmak şeklinde yıllar süren bir inşaat serüveni yaşanırdı.
İlk yıllarda ben daha ilkokuldayken tek katlı evimizin girişi çini , odalar tahta döşemeydi. Bu döşemeleri annnem tahta fırçasıyla fırçalaya fırçalaya temizlerdi..
Daha sonra bu döşemelerin üzeri muşambalar ile kaplandı. Ben küçük olduğum için tahta fırçalamadım, ama muşamba döneminde henüz vileda yokken dizlerimin üzerinde yer silmeye yetiştim.
Aynen bu resimdeki gibi döşenirdi. Arada bazı tahtaların çürüdüğü olurdu, bunlar değiştirilirdi.
Devir rutubet devriydi. Evin duvarları rutubet alır, ahşap pencereler çürür, macunları dökülürdü.
Paramızın tümünü inşaata verdiğimiz için hep sıkıntı yaşar, işçilik vermemek için annem, babam, abim birlikte günden güne birkaç parça tahta çakarak odaları bitirirlerdi. Çocukluğum boyunca evin her tarafına bir şeyler yapıldığını ve bunların hiç bitmediğini biliyorum. İşler bittiğinde de tamiratlar başlardı. Ya üst kattan su gelirdi, ya da boyacı tuvalete fırçasını atar, tuvaleti tıkardı. Ya tavanda rutubet olur, ya da camlar su alırdı. Hep yağmurlu havalarda cam önlerine bezler koyarak suları çekerdik.
Mutfakta bir tel dolabımız vardı. Bu dolap hala Avşa'da takım dolabı olarak yaşıyor. Ne enteresandır ki ; o zamanlardan şimdiye kalan iki değerli Isparta halısından başka bir eşya olmamasına rağmen bu dolap yaşamayı başarmış ve bugünlere gelmiş.. geçen gün baktım, daha uzun yıllar yaşayacak görünüyor :))

Mutfak tezgahımızın hemen üstünde şimdiki gibi kapaklı dolaplar yok. Tabakları dikine dizdiğimiz bir raf var. Bu rafa tabakları dizip alt kısımdaki rafa da bardakları sıralıyorduk.
İlk buzdolabı mahallede bizim evdeydi. Ben hatırlamıyorum ama buzdolabı ile birlikte tel dolabın fonksiyonları da değişmiş. Tel dolabın içinde yemekler saklanırken tabak, çanak ya da erzakların saklandığı bir dolap haline gelmiş.
Arçelik marka bu buzdolabımız yıllar içinde en az 10 kez kamyona binip biryerlere gitmiş, sonra geri gelmiştir. Motoru yabancı olan bu buzdolabı evin en orjinal ve pahalı ürünüydü. Anneme sordum O buzdolabının Frigidaire olduğunu söyledi. Yani ikisi de olabilir :))

Henüz no-frost dolaplar yoktu. Bu yüzden dolap buz tutar, arada bir dolabın buzları çözdürülür, her yere akan sular silinirdi.
Mutfaktaki kap-kacak genellikle alüminyumdu. Bu tencereler incecik olur, içine ne konulursa hemencecik ısıtırdı. Şimdilerin kalın tabanlı tencereleri gibi önce kendini ısıtmazdı. Yemeklerden sonra hemen bir tencere ya da çaydanlıkla su kaynamaya bırakılır, bulaşıklar kaynayan su ılıtılıp yıkanırdı. Hep bulaşık yıkamayı çok sevdim. Şimdilerde bile birçok şeyi hemen elimde yıkayıp kaldırmayı severim.
Kışın buzzzzz gibi olan mutfakta donardık. Sadece bir odada soba yandığından diğer odaların kapıları kapalı tutulur, mutfak da ocağın ısısıyla ısınırdı. Hemen yemekleri yiyip sobalı odaya kaçardık. Bu yüzden bulaşık yıkamak zahmetli işti. Hele durularken musluktan akan buzzz gibi suya dayanmak çok zordu. Durulama da genellikle bir tencere içinde çalkalayarak yapılırdı. Akan su ziyan edilmezdi :)
Sobanın maşası bize ekmek kızartma teli olur, üzerine ekmekleri dizip kızartır ya da kestane közlerdik. Kestane kış aylarında en çok yediğimiz yemişti. Bir soba ile ne keyif yaparmışız. Bunu bu sene gittiğimiz Ordu Mesudiye 'de yaz aylarında bile akşamları soğukta yanan kuzineleri görünce tekrar hatırladım. Üzerinde yemek ısıt, su ısıt, ekmek kızart, kestane, papates közle... Şimdilerde bunları yapabilmek için bir ocak, bir kettle, bir ekmek kızartma makinası, bir fırına ihtiyaç olacaktır.
O zamanlar tüm bu işler için hiç elektrik enerjisi kullanılmazdı. Şimdi ise hepsini ancak elektrikli bir cihazla yapabilirsiniz. Enerji kaynaklarımızın har vurulup harman savurulması bu anlama geliyor sanırım. Mehmet Akif Ersoy'un medeniyeti "tek dişi kalmış canavar" olarak tanımlamış olması eskiden hiç hoşuma gitmezdi... şimdi bakınca "haklıymış" diyorum..


Banyoda da elektrikle çalışan bir tek çamaşır makinası vardı ama çok sonra bu konfor geldi. Daha önce leyenlerde elde yıkanırdı. Ben çoğu kez leyenin içine girer çamaşırların üzerine basıp köpükleriyle oynardım.
Banyoda sıcak su kazanı yine odunla yakılır, içindeki su ısıtılırdı. O zaman banyo sıcacık olur, kazandan kaynar su akardı. Önce kovaya sıcak su doldurulur, soğuk suyla ılıtılır, bir tahta taburenin üzerine oturulurdu. Kazan yandığı gün sırayla herkes banyoya girer, ısınan su ziyan edilmezdi. Bu da genellikle pazar günleri olurdu. Her banyodan sonra birbirimize "sıhhatler olsun" demeyi ihmal etmezdik. Bu "afiyet olsun" gibi bir dilekti. Şimdiki gibi öyle sık sık banyo yapılmaz, bu banyo günü beklenirdi.
Babam bazen geceleri bazen gündüzleri evde olurdu. Her işe gidişinde Annem bahçe kapısına kadar Babama eşlik eder, uğurlardı. Bu uğurlamalarda ben de Babamın paltosunun altına saklanır "Baba n'olur bugün işe gitme" derdim. "Ekmek parası kızım" deyince de "bugün ekmeğimiz var, gitmene gerek yok" derdim..

Sabah kalktığımızda gece gelen bu yiyecekleri merakla araştırırdım. Çoğunlukla Babamın kendine aldığı mezeleri bir güzel afiyetle yerdim.
Ayağıma giydiğim takunyalara bayılır, çıkardığı sesi çok severdim.
Elbiselerimi hep annem dikerdi. Zaten o zamanlar iç çamaşırları dahil her şey dikilirdi. Çiçek desenli yumuşacık pazen kumaştan elbiselerim vardı. Üstü dar oturur, arkadan düğmeli, belden büzgülü, belinde arkadan bağlanan kuşaklı.. Ayrıca renk renk kazaklar örülürdü. Çoraplar baş parmaktan çabuk delinir, hep yamanırdı. Hiçbir giysi atılmaz, kimselere verilmez, gömlek yakaları ters çevirilir, pantolonlar aşınırsa içten yama yapılırdı.
Ne çok şey değişti.