Alper Gezeravcı'dan Önce Ben Varım

Bugünlerde TV'lerde sürekli haber ve reklam dolaşıyor. Tarihimizde ilk defa bir Türk astronot uzay mekiği ile araştırmalar yapmak üzere araştırma ekibine katıldı. Mekiğin fırlatma anında meydanlara çadırlar kuruldu, sahnelerden yayın yapıldı ve canlı olarak hep birlikte geriye sayıldı. 

Yapılan konuşmalar, Türkiye'nin teknoloji hamlesi, TRT'de spikerin NASA bekle bizi geliyoruz babında söylemlerini görünce ben Türkiye'den bir uzay mekiği gidiyor sanmıştım. Meğer her şey aynı giden bizim astronotmuş. Bu da gurur tabii, bravo Alper..

Ancak bundan yaklaşık 5-6 yıl evvel ben de NASA'da astronot olmuş, uzay mekiği simulatörüne binmiştim. Uzun zamandır bu hikayemi anlatmak istemiştim ama olmadı. Şimdi tam zamanı diyerek tekrar hatıralarıma geri döndüm.



Uzay mekiğinin fırlatıldığı Cape Caneveral uzay üssü, aynı zamanda binlerce insanın içini dolaştığı bir müze. Müze demek de haksızlık olur çünkü burada hem geçmiş hem gelecek var.  Sabah erken saatlerde girip akşama kadar bitiremediğimiz, acaba görmediğimiz ne kaldı diye merakla dolaştığımız çok büyük bir alan.

Dolaşanlar arasında okullardan gelen çocukların olması çok etkileyici. Merakla bir oraya bir buraya saldırıyor, uzak mekiklerine biniyor, yerçekimsiz ortamı deneyimliyor, kumanda panelinin başına oturuyor. Yapmayın-etmeyin diyen yok, güvenlik diye bir şey yok. Bazıları oyuncak olarak oynasınlar, havaya girsinler diye yapılmış.



NASA'ya gitmek için bilet aldığımızda hiç bir fikrim yoktu. Hatta bir gün önce pizza yediğimiz restoranda indirim kuponu vermişlerdi. Bunu da kullandık. Böyle sembolik indirimlerle herkesi aslında oraya ve oyun parklarına yönlendirmiş oluyorlar.

Böyle bir kurumun turistik hale getirilmesi bana muhteşem geldi. Dolaşırken şunu gözlemliyorsunuz. Amerikalılar tüm uzay araştırmalarını tarihsel olarak anlatırken başlangıçtan bu yana aldıkları yolu size gösteriyorlar. Başarısızlıkları ; yanarak yeryüzüne düşen uzak mekiğinin yarısı yanmış halini.. "Aman da şanlı milletim biz neler başardık" havasında değiller. 

Dolaşırken bir NASA görevlisi kadın dev ekranı eliyle değiştirerek sunum yapıyor. Tam önüne 4,5 tahta sıra koymuşlar, tüm çocuklar oraya dizilmiş merakla seyrediyorlar. Bir yandan kayan ekrandaki görüntüler ve teknoloji hayranlık yaratırken görevli bir yandan neleri başaramadıklarını da anlatıyor.  Uzaya giden astronotların vücutlarındaki olumsuz değişimlere, dünyaya dönüşlerindeki tedavi süreçlerinde hekimlere, ilaçların geliştirilmesinde eczacılara, Mars'la ilgili yeryüzü analizleri, yaşam araştırmalarında vb,, "sizlere ihtiyacımız var" diyerek parmağını sıralarda oturan çocuklar üzerinde gezdirdi. 

 Özellikle Mars'a odaklanmışlardı. Görevli Mars'ın yüzeyinin kırmızı olduğunu, bunu yeşile çevirmek için yeni bitki türlerine ihtiyaç olduğunu ve çalışmalara başladıklarını anlattı. Çok etkilendim.. Daha ilkokul çağındaki bu çocuklar için vizyon çiziliyor, size ihtiyacımız var deniliyordu. Üstelik sadece astronot olmak değil uzay araştırmalarına katkı sağlamak üzere tüm bilimlere ihtiyaç olduğu da belirtiliyordu. 

Alper Gezeravcı'nın astronot olarak uzaya gitmesinin bize maliyeti 55 milyon dolarmış. Çünkü bu uzay mekiği Elon Musk'ın uzaya ticari uçuşlar için ürettiği roketlerden biri. Biz de birini gönderelim şanımız yürüsün demişiz. Orada tıbbi deneylerde elde edilecek veriler hangi araştırma geliştirme faaliyetlerinde kullanılacak merak ediyorum. Hangi üniversitelerle bu Ar-Ge konusunda işbirlği yapıldı?  kendini aynaya bakınca Amerika sanan, milletine de lüzumsuz heyecan yaratan, gerçekleri ise hiç konuşup sorgulamayan, ağzımızı açarsak hain ve düşman olarak görüleceğimiz üzere TV'lerdeki coşkulu kalabalığın aslında neyi heyecanla izlediğini anlayamıyorum. Çocuklar şimdi astronot olmayı hayal edecekmiş. Ne güzel.

Alper Gezeravcı'nın maliyeti çok yüksek olmuş. Ben ise neredeyse bedavaya getirdim. Uzay üssündeki Imax sinemasında önce görsel olarak devasa perde içinde bulunduğumuz galaksiyi seyrettik. Kafamızı geriye yaslayıp tavanda milyonlarca yıl uzaklıkta görünen yıldızları ve hareketlerini izledik. Büyüleyiciydi. Salonun içi yıldız dolmuştu sanki. Aynı zamanda burada astronotların mekik içinde yerçekimsiz ortamdaki yaşamları, yemeleri, uykuları, sporları detaylıca anlatılıyordu. Beni en çok şaşırtan astronotları mekik içinde giydiren bir kadın olmasıydı. O kıyafetlerı insanın kendi başına giymesi mümkün olmadığına göre biri giydirmeliydi. Hem de hatasız..

Oradan sonra da uzay mekiği simülatörüne bindim.  Hamit bir önceki gün oyun parklarındaki deneyimlerinden sonra ben binmem dedi. Başı dönüyordu. Bu kaçmaz bir fırsattı oysa. Ama sonra iyi ki gelmemiş dedim.. İstasyonda duran bir tren gibiydi mekik. İçerde koltuklar vardı, sırtları uzun. Hepimiz görevliler tarafından tek tek oturtulduk ve emniyet kemerlerimizi omuzdan bacaktan geçirip sıkıca bağladık. Karşımızda TV canlı yayını roket fırlatmayı an be an anlatıyordu. Onun yanındaki ekranda kontrol paneli, onun yanında geri sayımı gösteren ekranlar. Çok heyecanlıydı. TV yayınıyla sanki gerçekten uzaya gidecekmişiz etkisi yaratılmıştı.

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra koltuklarımız ufak ufak titremeye başladı. TV yayınında kendimizi dışardan görüyorduk, mekik henüz yerdeydi. Geri sayım başladığında koltuklarımız havaya doğru kalkmış ve titremeler inanılmaz boyuta gelmişti. Bir ara galiba benim böbrekler burda kopar diye düşünmüştüm. Geri sayım bittiğinde müthiş bir ateşleme ile bu sefer yakıta odaklanıyor, nasıl su gibi yakıt gittiğini gösteriyordu. Atmosferden çıkana kadar bu eziyet devam ediyordu. Sonrası ise şahane bir sessizlik..

Paha biçilmez deneyimlerdi. Orada şunu da gördüm ; Astronotlar ve NASA çalışanları tüm dünyadan, içlerinde Rus bile var. Hindistan'da da NASA çalışanlarının 1/3'ünün Hintli olduğu anlatılıyordu. Bence başarı bu. Bilim ayrıştırmayı sevmez. Bilim bir araya gelmeyi, akıl yürütmeyi, tez üretmeyi, tartışmayı, işbirliğini gerektirir. Bu yüzden bizim uzayda elde edeceğimiz bilimsel verilerin kimin ne işine yarayacağını bilemedim. Ama bu veriler satılabilirmiş. Hah şimdi oldu.. 

Aslında bu listeyi görünce moralim bozuldu. Daha biz yeni uzaya gitmişken farelerin, kuşların, böceklerin, salyangozların, kurbağaların, maymunların, solucanların, bitkilerin, kanser hücrelerinin, mayaların, bakterilerin araştırma konusu olarak bizden önce uzaya gitmiş olmasına çok üzüldüm. 


Milletimin şanı yürümeli. Şu listeye ben çok sonradan eklendim. Alper ise yıllar sonra "parası neyse öderiz " diyen, emeklinin, onun bunun parasından arttırdığı yok parayı Elon Musk'ın cebine koyan devletimiz sayesinde uzaya gitti. Kim bilir ne araştırma verileriyle dönüp bize çağ atlatacak. 

İyi ki Öyle Olmuş. Alper Gezeravcı yargılandığı kumpas davasından uzun mücadelesi sonrasında beraat etmiş ve göreve iade davasıyla TSK ya geri dönmüş. Yoksa o günlerde bugün meydanlarda onu alkışlayacağımızı ve Sanayi ve Teknoloji Bakanı'nın mekik göğe yükselirken "Gitti adam yahu" diyerek şaşkınlıkla baktığını görmeyecekti.







Corona Virüs'ün Cruise Seyahati


Tarihte gemi ile yaşanan facialar çoktur. 

Titanik :  1912 Yılında daha ilk seferinde buz dağına çarparak, çarpma anından itibaren 2 saat 40 dakikada 1514 kişi ile sulara gömülmüştü. Sonra ortaya çıktı ki ; gemide kurtarma için yeterli filika yoktu. Oysa gemi en ileri teknolojilerle üretilmişti ve batmaz gemi olarak anılıyordu, battı.

Struma : 1941'de İkinci Dünya Savaşı sırasında 790 Romanya Yahudisi katliamdan canlarını kurtarmak için kiraladıkları bir kömür gemisiyle Filistin'e gitmek üzere yola çıktılar. Geminin motoru arıza yapınca Sarayburnu açıklarına demirledi.  9 Hafta boyunca yolcusunu indirmesine izin verilmediği için öylece kaldı. Karadan motorlarla gemiye yiyecek ve giyecek yardımları yapıldı. Motoru tamir edilemeyince Karadeniz'e çektirildi ve burada Sovyet denizaltısı tarafından patlatılarak batırıldı.

Bu gemiler  acizlikler, ihmaller ve kasıtlarla anıldı. Şu günlerde dünyayı ayaklandıran Corona virüs salgınının bir parçası olan Diamond Princess gemisinde yaşananlar da filmlere konu olacak türden. 3711 Yolcunun karantinaya alındığı bu koca gemi  bir salgının bu boyutta yaşandığı ilk gemi oldu.

Daha geçen yıl biz de böyle bir geminin içinde aynı sularda 20 gün gemi yolculuğu yapmışken, bu travmayı yaşamamış olmaya şükrediyoruz. Biz bu 20 gün boyunca Hong Kong, Singapur, Tayvan, Vietnam, Çin liman şehirleri ve Tokyo'da son bulan bu gezide geminin tadını çıkarmış ve son derece lüks inşa edilen İtalyan gemisinde muhteşem 20 gün geçirmiştik. Diamond Princess gemisi yolcuları da ne hayallerle, planlarla böyle yola çıkmıştı.



Uzakdoğu'da ilerleyen ve içinde 3711 yolcu ile bir virüs taşıyan gemi hiçbir şeyden habersiz  yoluna devam ediyordu.  Bir gün kaptanın anonsu duyuldu.   80 Yaşında bir yolcu Hong- Kong'ta gemiden ayrıldıktan  bir hafta sonra hastalanmıştı ve Corona Virüsü taşıdığı tespit edilmişti.  Bu anonsla muhteşem tatil de bitmiş oldu ve gemi daha da hızlanarak,  Japonya'nın liman kenti Yokohama açıklarında demirledi, sağlık personeli ve  doktorlar gemiye bindiler. Tüm yolcuların ateşlerini ölçüp, öksürüklerini kontrol ettiler, şikayetlerini dinlediler.


İlk virüs anonsu yapıldıktan sonra gemideki yolcular büyük açık büfelerden yemek yemeye devam ettiler.  700 Kişilik tiyatro salonunda gösterileri izlediler, geceleri barları doldurdular ve dans ettiler.

Cruise Direktörü ilk olarak ping-pong, karaoke, Bollywood dans derslerini kaldırdı. Ancak herkes gemide dolaşıyor, yemek saatlerinde restoranlara gidiyor, bir arada eğleniyordu, herkes dışardaydı. Virüsün varlığına rağmen akşam bir şarkıcının performansını dinlediler, barlarda oturdular, tam 72 saat böyle geçti. Japon Hükümeti'nin iki hafta boyunca ciddi önlemler getirmemesi nedeniyle gemi bir felakete dönüştü, virüs 691 yolcuya bulaştı.  Bu sayı virüsün Çin ana karasının dışındaki bir alanda en yüksek bulaşma sayısı oldu.

Gemide çalışan 1000 kadar mürettebat geceleri kendilerine ayrılan katlarda birbirleriyle aynı odaları, banyoları paylaştılar ve virüsü birbirlerine bulaştırdılar. Bu arada bazı yolcuların ateşi çıkmıştı ama virüs için test edilmediler. Karantina dönemi başladıktan sonra bile yolcular yemek salonlarında birlikte yemek yemeye devam ettiler, büfelerden aynı kepçelerle yemek aldılar, tuzluk-biberlikler kullandılar.

Ateşi çıkan yolcular günlerce odalarında bırakıldılar. Hatta bazı sağlık görevlileri ve doktorlar yeterli koruyucu ekipmanları olmadan gemide çalıştılar. Hastalığı kesinleşen mürettebat ise diğer arkadaşlarıyla birlikte aynı odada uyumaya devam ettiler.

Yolcular bir gün sonra limandan ayrılırız diye düşündüler ama Japon Sağlık Bakanlığı gemide 10 kişinin Corona virüsü taşıdığını açıkladı. Bu durumda kime bulaşıp bulaşmadığı bilinmediğinden hastalığın kuluçka döneminde 14 gün boyunca izole kalmaları gerekiyordu. 2666 yolcu karantinaya alındı.

Yolcular odalarından dışarı çıkmayacak ve gemide dolaşmayacaktı. Bütün zamanını odada geçiren yolcuların düşünmek için çok zamanları vardı. Acaba virüse bulaştık mı? nerede bulunmuştuk? ne olmuştu? Katıldıkları aktiviteleri, oyunları, yemekleri, çay saatlerini düşündükçe yaşadıkları güzel anlar bir bulutla kaplandı.  Önceki limanlarda karaya yanaştıklarında tur yapmak için şehir otobüslerine binenler olmuştu, düşünmeye ve korkmaya başladılar.

Gün geçtikçe hastalığa yakalananların sayısı daha da arttı. İlk gün 10 kişi sonraki gün 10 kişi sonra 41 kişi ve böyle devam etti. Yolcular kendilerine doğrunun söylenip söylenmediğinden endişeliydiler. Anında bilgi almaları mümkün olmuyor, yetkililerden açıklamalar çok gecikmeli geliyordu.  Hasta sayısını merak ediyor ve gemiye yanaşan ambulansları sayıyorlardı. Bazı Japon yolcular da "ilaç ve bilgi istiyoruz" diye çarşafları pankart yapıp asmışlardı.




Sağlık görevlileri penceresiz kabinlerde kalan yolcuları temiz hava molaları için açık havaya çıkarmaya başladılar ve birbirlerine 6 metreden daha az yaklaşmamalarını tembihlediler. Açık havaya çıkıldığında ise bazı yolcuların maskelerini takmadıkları görülüyordu.  Beş gün sonra yolculara daha etkili maskeler dağıtıldı ve kapılarına servis ve yardım için gelen mürettebatla konuşurken takmaları istendi.

Japon hükümeti bir açıklama ile 80 yaş üstü yolcuların ve penceresiz kabinlerde kalanların karada tedavi edilmelerinin daha iyi olacağını duyurdu. Ateşi olduğunu düşünen yolcular sağlık görevlilerini kabine çağırdılar. Bazı çiflerden biri ateşli olduğu için gemiden indirilip ambulansa alındı, eşiyse kabinde bırakıldı.


Tüm bunlar olurken mürettebat günde 13 saat mesai yapmaya başladı. Hazırlanan yemekleri, ikramları 1500 odaya servis etmeye, konuklar için havlu, çarşaf, ikramlar bırakmaya başladılar. Tüm zamanı odasında karantinada geçiren misafirleri için sudoku kağıtları, origamiler, güzellik maskeleri ve 14 Şubat için çukulatalar dağıtıldı. 1045 Mürettebat sürekli kabinlerdeki misafirlerle irtibatta oldular, diğer mürettebatla banyoları, yemekhaneleri paylaştılar ve 85'i virüse bulaştı.

Kabinlere dağıtılan malzemeler



Mürettebat, odalarında cevap bekleyen binlerce yolcunun sorularını telefonlarla cevaplamaya başladı.  Yolcuların temiz hava molalarından sonra korkulukları temizlediler, misafirlerin çamaşırlarını yıkadılar,  her türlü ihtiyaçları için onları gün içinde birçok kez ziyaret ettiler. Yolcular mürettebatın bu özverili çalışmasını takdirle karşıladılar ve onlar için yazdıkları teşekkür notlarını kapılarına astılar.  Kapılar her dilden mesaj doluydu.



Çalışanlardan bazıları ateşli olduğu halde arkadaşlarıyla aynı odayı paylaştı. Birisi "kontamine olmuş bir kutuya sıkıştık" dedi. Bulaşıcı hastalıklarla ilgili bilgisi olmayan ve yardım etmek isteyen ama gerekli önlemleri almayan, koruyucu giysiler giymeyen bazı yetkililer ve bürokratlar da virüse bulaştı. Hatta bazı hemşirelerin maske takmadan hasta muayene ettikleri görüldü.

Yolcular kabinlerde  geminin TV yayınlarında sihirbazlık gösterileri, filmler izlediler, jimnastik hareketleriyle kabin içinde spor yaptılar. Sosyal medyada çokça vakit geçirip, karantina deneyimlerini mesajlarla ve videolar çekerek paylaştılar ve eve dönmek için umutsuz olduklarını söylediler.

Cruise direktörü gemideki interneti bedava yaptıklarını açıkladı, Japon Hükümeti,  aileleri ile haberleşmeleri, dış dünya ile, doktorları ile  bağ kurmaları için her kabine bir IPhone 6S Cep telefonu dağıttı.





Yolcular geminin havalandırma sisteminin havayı odalardan odalara taşıyabileceğinden endişe duyduklarını söylediler, giderek endişenin  dozunu arttırdılar. Amerikalı yolcular elçilikleriyle irtibata geçtiler ve endişelerini aktardılar, yetkililer hava geçişinin olmasının mümkün olmadığını söyleyerek odalarında kalmalarını istediler.

10 gün sonra Amerikalı yetkililer yolcularına bir açıklama göndererek, gemide virüsün yayılma ihtimalinin yüksek olduğunu, karantina süresi dolmadan önce onları alıp Teksas ve Kaliforniya'da 14 gün karantinada tutacağını söyledi. Fakat tahliye sorunlu hale geldi. Amerikali 328 Yolcu ve mürettebat Tokyo'da havaalanına gitmek için beklerken aralarından 14 kişinin test sonuçlarının pozitif çıktığını, corona virüs taşıdıklarını öğrendiler.




Gemiden inmiş bulunan yolcular asfaltın üstünde saatlerce Amerikan ve Japon Sağlık Bakanlığı yetkililerinin şimdi ne yapılacağı hakkındaki görüşlerini ve kararını beklediler. Amerikan Dışişleri Bakanlığı yolcularının tamamını alacağını açıkladı. Yetkililer, virüs bulaşanların hastalık semptomlarını göstermediklerinden uçuşlarında bir sakınca görmediklerini açıkladılar.

Amerika yolcuları taşımak için uçak gönderdi ve 10 metrelik bir naylonla uçağın arka tarafını bölmeledi. Virüse bulaşan 14 yolcu bölmenin arkasına oturtuldu. Uçağa binerken yolcular 6 metrelik mesafeyi korumadılar ve virüs bulaşan kişilerle yakın temas halinde uçağa bindiler. Bu uçakta business class yolcular yoktu, yerine corona virüs bulaşan yolcular vardı.


Amerika'da Teksas'a gönderilen yolcular bir kargo uçağına bindirildiler. Bazı yolcular film izlemek yerine kulaktan ateş ölçümlemesi yaptıklarını, can yeleklerinin koltuk altlarında olmadığını, oksijen maskelerinin bulunmadığını söylediler ve kargo uçağında bir eşya gibi taşındıklarından şikayet ettiler.  Bu hangar gibi uçakta görevli olanlar da koruyucu giysiler içindeydiler. 


Bundan sonra Yokohoma'daki karantina süresi dolduğunda ülkeler, Japon yolcular da dahil olmak üzere kendi vatandaşlarını gemiden çıkarmaya başladılar.  Tokyo yaz olimpiyatlarına hazırlanırken en büyük kaygısı virisün karaya daha fazla yayılmasıydı.

Bazı bilim adamları gemideki karantinanın aynı ortamda yüksek aktif etki oluşturduğunu ve insanları virüse sahip bir kapta tuttuklarını söyledi. Bir başka epidemiyolog bunun etik olmadığını, yolcuların kabul edilemez bir riske sokulduğunu söyledi.

Japon yetkililer eldeki test setlerinin yetersizliğinden dolayı ancak 470 yolcuya virüs testi yapabilmişti. Gemideki yolcuları odalarına kilitlemeye kim karar vermişti? Japon Hükümeti. Çünkü gemi Japon sularındaydı ve gemi hükümetin karantina kurallarına uymak zorundaydı.

Peki hasta olmayanların da hasta olanlarla aynı ortamda zorla tutulması insan haklarına aykırı mıydı?  Küresel Sağlık Hukuku Araştırmacısı bir uzman,  enfekte olmuş insanların karantinaya alınması gerektiğini söylerken,  keyfi yapıldığında insan hakları yükümlülükleriyle uyumlu olmadığını açıklıyordu.

Tokyo'da bir bulaşıcı hastalık uzmanı doktor da bir geminin asla bir karantina olamayacağını, bir daha bunu kesinlikle denememeleri gerektiğini söylüyordu. Eğer öyle yapılmasaydı da 3.700 kişinin gemiden indirilip hastanelere dağıtılması, konaklama ve tedavi imkanları büyük bir operasyonu gerektirirdi. Böylece bu örnek hükümetlerin ve kruvaziyer şirketlerinin bile acil önlem planlarını hazırlamaları gerektiğini gösterdi.

Çin ana karasında 73.000 den fazla hastalık,  1.800 den fazla ölüm gerçekleşti.
Diamond Princess gemisinde virüs bulaşan 691 yolcudan 4 kişi öldü.  Bu dört kişi de 80 yaşın üzerindeydi.


Amerika'yı Kim Keşfetti? Biz :)




Geçen gün bir arkadaşım sordu..  “ Kaçıncı kez Amerika?  Neden? Neyini sevdiniz? 




Bu soruya cevap vermek o kadar da kolay değil. 

İnsan nereden başlasam diye düşünüyor.  Aslında şu yukarıdaki otel  bile her şeyin değişik olacağını hissettiriyor. Hepsi iki katlı. Dışardan merdivenli. Yıllar önceki dokusu bozulmadan. Lüksten uzak, daha çok orta halli :))  

💔 Beynimiz şartlanmışlıklarla doluyken başka bir yol görmek, insanın değerini hissetmek, karmaşık, dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların bir arada yaşama düzenine ve toplumsal kuralların işleyişine şahit olmak, evsiz, bir sokakta yaşayan insanın da haklarının varlığını anlamak, zengin ülkenin sunduğu seçenekleri yaşamak, orada yaşayanlardan oraları dinlemek,  sanatsal ve siyasi etkinliklere katılmak,  




         Broadway                                               Hollywood Bulvarı






                                         
sportif faaliyetleri gözlemlemek,  parklara, kütüphanelere, müzelerine,
üniversitelerine, sinema salonlarına, marketlerine, yeme-içme mekanlarına gitmek,






plajlarında dolaşmak, uçaklara, gemilere, trenlere, metrolara binip uçtan uca seyahat etmek.. ve tüm bu yaşadıklarımızdan müthiş keyif almak, hayran olmak, eğlenmek.. İşte bundan dolayı özlemimiz..

💓 Üstelik turist olarak gezmekten daha da fazlasını veriyor bize.. Vatandaşlığı, hakları, özgürlükleri, demokrasiyi, insan ilişkilerini, kuralları, birbirine saygıyı, sistemi, iletişimi, mutlu olma hakkını, yaşamın mütevaziliğini, hayatın anlamını, ön yargılarımızı  bize sorgulattığı için bu ülkeyi seviyoruz.  Kasaya yaklaştığımızda öndekine stres yaşatmamak için 1-2 metre mesafe bırakmayı,  özür dilemeyi, teşekkür etmeyi öğreniyoruz..

💓 Bende tekrar gitme isteğini uyandıran  ve  benim en bayıldığım şey Amerika’nın aklı. Tüm yukarıda saydığım bir seyahatte yapmak istediklerim için bende merak uyandıran ve bir çok seçenek sunan,  tüm bunlara ulaşabilmem için beni bilgilendiren, yönlendiren ve beni mutlu eden bu aklı seviyorum. 

💓 Arabaların, otobüslerin kocaman olduğu, arabalara çeşit çeşit karavan taşıtan ülke. Her arabanın arkasında bir aksiyon var. Yolda giderken arabaların arkasına eklenen taşıma araçlarına bayılıyorum. Neler yok ki.  Sörf taşıyan, yük taşıyan, bisiklet taşıyan, motor taşıyan, saman taşıyan... hepsi şaşırtıcı..







💓 San Francisco'yu Amerikanın diğer eyaletlerine bağlayan demiryoluna hayran kalıyorum.  Tüm tarım arazilerindeki ürünleri yanıbaşındaki  trene taşıyan, trenlerle ülke ekonomisini canlandıran ve hala kullanan aklı çok seviyorum.  Tren müzesinde bu şahane anlatılmış.




Otobana paralel giden tren yolunda bir yük trenine rastladık, bir süre yan yana gittik. Sanırım 125 konteyner falandı.. say say bitmedi..






💓 Ülkesinde tüm yaşamsal alanlarda markalar üretmiş ve tüm dünyaya bunları mükemmel şekilde pazarlamış bir akıl. Planlamada akılın nasıl kullanıldığını görmek insana  “ne kadar basit” ancak   “ne kadar akıllıca”  dedirtiyor. Biz basiti küçümseriz, asıl zor olan basit olmasını sağlamakmış.  

💓 San Diego'da fuar merkezinin dışına taşan kuyrukta binlerce insanın koşu numarası almak için beklediğini ve fuar merkezinin bu koşu için nasıl düzenlendiğini ve liseli gençlerin tüm organizasyonu yönetmesini hayranlıkla seyrediyoruz. 

💓 Broadway'in ortasına konulan Fox Stüdyosunu, gelen konukları camekandan seyretmek için tribünlere oturmayı,  Üniversal Stüdyolarında karşımıza çıkan  Fear Factor çekimlerini seyrederken duvarların yıkılmasını  (gösterinin bir parçası), NBA maçlarına gittiğimizdeki enerjiyi, eğlenceyi, organizasyonu,  Central Park'ta spor yapan insanları seyretmeyi, beden derslerinde okul otobüsüyle parklara gelen öğrencileri, Amerikan futbolu oynayan genç takımları  izlemeyi çok seviyorum.



Prospect Park




💓 Parklar bana çocukluğumu hatırlatıyor.  New York 'un gökdelenlerinin yanında başka bir hayatımız var diyor sanki. Parkta spor yapanlar, davetler verenler, piknik yapanlar, oynayanlar, doğum günü kutlayanlar.. süslenmiş ağaçlar, dizilmiş sandalyeler, ikramlar hazırlanmış masalar, yemyeşil alanlar.. Kimsenin yalnız olmamasına, kalabalıklara, ailelere, arkadaş gruplarına, devasa ağaçlara bayılıyorum. 

Küçük çocuklar kışın da sokaktalar. Okullar devamlı dışarı öğrenci taşıyorlar. Yuvalar, okullar parklara çocuk götürüyorlar.  Büyük çocuklar beden derslerinde parklarda oyunlar oynuyorlar. Yol kenarında çocukları okula götürmek için bekleyen,  filmlerden gördüğümüz sarı okul otobüslerini seviyorum. 


Battery Park.. Yuva Çocuklarını öğretmenleri gezdiriyor. 


             


💓 Amerika’nın her bir eyaletinde farklı bir etkinliğin öne çıkması da onları birbirinden farklılaştırıyor.  Her bir eyaletin öne çıkan özelliğini hepimiz biliriz. Nereden?  Hollywood filmlerinden....  

Filmlerde ya bir köprüyü görmüş, ya bir otelde kumar oynamış, ya da yüksek binalarda turlamış,   gemilere binmiş,  okyanus kıyısındaki evlerin içine girmiş,  sahillerinde dolaşmışızdır.   New York’un en yüksek binalarının tepelerinde King-Kong tırmanışları seyretmiş,  doktorlarını, polislerini, sherifflerini,  yerlilerini, mafyalarını, devlet başkanlarını, ajanlarını, filmlerde görmüş, tüm tarihlerini ve önemli olaylarını, mücadelelerini, doğal afetlerini yine filmlerde öğrenmişizdir.  

Şimdi üzerinde düşünebiliriz..  Başka hangi ülke kendini sanatla bu denli anlatabilmiştir? Hem de her yönüyle..  Amerika bir olayı,  tarihi  mükemmel şekilde anlatmayı başarıyor.  Yaşanmış bir olay nasıl anlatılır, tarih nasıl yazılır burada öğreniyorsunuz.  

💓 Tarih deyince bizim aklımıza geçmişte yaşanan siyasi olaylar gelir. Oysa burada binaların, postanenin, hastanenin, kütüphanenin, trenlerin tarihi yazılıdır. 

Methodist Hastanesinin girişinde hastanenin tarihi koca bir duvarda asaletli şekilde anlatılır. Hastanenin tarihi de nedir? deriz, aklımıza gelmez..  Duvarda inşaatın resimleri, bağışla katkı sağlayanların listesi, hastanenin önemli doktorları, hastanenin topluma olan katkıları (uçak kazası yaralılarını tedavi süreci), afetlerdeki hizmetleri,  İlk hemşireleri nasıl yetiştirdikleri, bilime olan katkıları, periyodik yayınları, makaleler, haberler, ödüller... hepsi resimlerle ve özet anlatımlarla.. şa-ha-ne..




Los Angeles / 18 Mart Şehitleri Anma Günü Plaj etkinliği

Her yer savaş karşıtı mesajlarla dolu ve çok acıklı. Hangi savaşta kaç kişi kaybettiler yazıyor. Güncel olanlar ve devam edenler belli, onlar devamlı silinip yazılmış. Hangi savaşta bu hafta kaç kişi öldü, bu ay kaç kişi öldü? Ayakkabılar sembol olarak konulmuş :(

Los Angeles'ta hafta sonları bu sahile binlerce insan gelip kumlarda dolaşıyor. Ölenlerin sayıca büyüklüğü ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Bunu kim organize ediyor? Siviller..  İşte bunu seviyorum, ifade özgürlüğü bu mudur?  Vayy teröristler, ülke menfaatini düşünmeyenler deyip oralar anında talan edilmiyor, gözaltılar, gaz sıkmalar yok, resmi hiç bir görevli yok zaten.  Bu sahile uzuuun  uzuuun bakıyorum, gözlerim yaşlanıyor.  Saygıya bakar mısınız? arada dolaşan bir çoluk çocuk yok, tel örgü yok, görevli yok!  bunu seviyorum. 

💓  Sacramento Tren Müzesine girdiğinizde zaman tüneline girmiş, o döneme gitmiş olursunuz. Her bir döneme ait tren içinde size o dönemi yaşatır. Trenin sesini ve hareketini de sallanarak yaşarsınız. Hatta içine yerleştirilen mumya garsonları gerçek sanmışlığım vardır :))  Şimdiye kadar gördüğüm en güzel müzecilik örneği..

💓 Meksika etkisindeki ilk yerleşimleri  San Diego'da  Old Town'da dolaşırken o toprak sokaklara o faytonlara, posta arabalarına, kovboylara,  o dükkanlara, restoranlara, saksılara, kumaşlara, boyalara bakarak döneme ışınlanmış hissederiz. Koca bir yerleşim bir tarih müzesidir aslında..

💓 Ben bu aklı seviyorum. Bu akılın ürettiklerini hayranlıkla gözlemliyorum.  Beni her seferinde şaşırtıyor.  Başka bir yönünü keşfediyorum.  Bana 10 yıllık vize vermiş. Gel-gez para harca diyor. Alışveriş yap indirimlerim dillere destan, tüm  markalar bende.. gel dolaş.. her eyaletimde başka bir aksiyon var.. kumar oyna, cruise gemilerime bin,  eğlence parklarıma gel, ticaret merkezlerimi gör, Broadway’da bir müzikal seyret,  bir NBA maçı seyret, Hollywood’u gör, köprülerimden geç diyor.





Brooklyn Köprüsü üstte yayalar, altta arabalar..



Madison Square Garden - NBA ve Boks Maçları, Müzik etkinliklerinin yapıldığı salon

             
💓 Tarihimi incele, binalarımı dolaş en yüksek binalar bende, müzelerime gir,  ye-iç.. ve tüm bunları yapabilmen için benzin ucuz, araba kiralama hesaplı,  arabalarım şekil şekil istediğin büyüklükte ve değişik modelli,  şehirlerde seyahat etmek keyifli diyor. En azından trafik diye bir sorun yok, her şey kuralına uygun işliyor..

Ancak trafik kurallarımı da öğrenmeden gelme diyor. Hiç bir yere benzemeyen ışık düzeneği, yer çizgileri, sola ve sağa dönüşler, mil hesabı hız sınırları, otobanlarda sol şerit kullanım kuralları, otoban geçiş ücret ödeme yöntemleri.. öğren de gel cezalarım büyük.. diyor.

💓 Turizm gelirleri müthiş. Her yıl binlerce insan Herry Potter’ın şehrini görmeye Universal film stüdyolarına akıyor. Bu parklardaki oyunları üniversiteler yaratıyor.  Walt Disney  eğlence sektöründe dünyanın en büyüğü. Oyunların her birine girebilmek için insanlar saatlerce kuyrukta bekliyor.

Disney'de oyunların yaratıcılarından biri olan Carnegie Mellon Üniversitesinden Bilgisayar Bilimleri Profesörü Randy Pausch'un  "Ölmeden Önceki Son Konuşma"sı bir eğitimcinin donanımını ve bakışını gözler önüne seriyor.

Böyle eğitimcileri olan Üniversitelerin olması ne şahane. Disney dediğimiz dünyanın en büyüğünün nasıl yaratıldığına dair, bilimin büyük olmak için nasıl ele alındığının şaşırtıcı örneği benim için.  Bu yüzden herkes Amerikadaki üniversiteler için can atıyor.

Eğlence sektörünün bilim sayesinde devleşmesine hayranlik duyuyorum.

💓 Sacramento'da bir sokakta dolaşırken "Yılın Öğretmeni" seçildiğini görüp sinemaya giriyoruz. Gişeye kağıt asılmış "bugün salonumuz bir davet için kapatılmıştır"  diyor. Salonda Imax perdede seyirciler arasında konuşlanmış ayakta iki sunucuyla TV için canlı yayının nasıl yapıldığını,  öğretmenlerin hangi kriterlere göre seçildiğini, öğreniyoruz. Çocuklarla yapılan röportajları, ödül törenini, çıkışta onca kişiye yemek ikramını ve tüm organizasyonun 1,5 saatte nasıl organize edildiğini ağzımız açık hayranlıkla seyrediyoruz.

💓 Miami’den her gün 2-3 günde bir  5 Cruise gemisi  10 binden fazla  kişiyi  tura  çıkarıyor.  Bazı gemilerin kendi adaları var, gemideki 5 bin kişiyi adaya indirip eğlendirip yedirip-içirip akşam gemiye bindiriyorlar.. müthiş organizasyon.. Amerika dünyanın en fazla turizm gelirine sahip ülke..

Marketleri 24 saat açık.   Bilet gişesine  New York ta son tren kaçta kalkıyor?   dedim de  gülümseyerek   "Burası New York,  New York uyumaz"  dedi :))

💓 NASA'yı müze haline getirip iki gün dolaşsanız ancak bitireceğiniz donanımda yapmışlar. Uzayla ilgili tüm deneyimleri yaşatıyorlar.Uzay mekiğinde havaya fırlatılış ve atmosferden çıkana kadar her anı içindeymiş gibi yaşıyorsunuz. Uzay araçları, füzeler, düşen yanmış halde uzay mekikleri, Ay ve Mars'la ilgili görseller, yapılan hatalar, hedefler, ihtiyaçlar..



Bir bölümde bir Nasa görevlisi sahnedeyken  eliyle koca ekran görüntülerini kaydırarak Mars'ı anlatıyor ve öndeki üç sırada dizi dizi oturan çocuklara "Henüz astronotların kemik erimelerine çare bulamadık, şu formülü doğrulayamadık, şunu tamamlayamadık, kırmızı Mars'ı yeşil yapamadık"  deyip tüm bilimsel alanlardaki ihtiyaçlarını sıralıyordu.. en sonunda çocuklara bakıp elini onlara doğru uzatarak   "Size ihtiyacımız var"  dedi..  Gerçekten sarsıldım.. o çocuklar için  tüm bilim dallarında hedefler konuluyor ve vizyon çiziliyordu.  Sadece astronot olmak istiyorum hedefi yoktu. Çok etkileyici..

Nasa içindeki Imax sinemada her tarafın gökyüzü olduğu, binlerce yıldız arasında dolaştığımız büyüleyici gösterim bizi mest etti. NASA gibi bilimsel bir kurumu müze yapıp mekiklere çocukları bindirip kumanda ettiren yer çekimsiz ortama sokan akla hayran kalıyorum.

💓 Las Vegas kumar otelleri dolup taşıyor,  çölde  inanılmaz mimarilerle inşa edilen bu ışıltılı dünya elektriği su gibi için bir şehir. Ankara'nın bir aylık elektrik tüketimi Las Vegas'ta  bir gecede harcanıyor.  Çöl ortasında eğlenmeye gidiyorsunuz :))  Fırın gibi bir yer. Gündüz dışarı çıkmak cesaret ister. Binlerce, on binlerce klima çalışmasa nefes alınmaz. Burada para kazanıyorlar. Uçakların biri iniyor, biri kalkıyor.



















Bu da bizim yol kenarından gördüğümüz manzara. Ne olduğunu epeyce düşündük :))
Enerji panelleri göl gibi duruyor değil mi!


















💓 NBA maçları 2-3 günde bir tıklım tıklım dolu.  Dünyanın en güçlü basketbolcularını yetiştiriyor.  Sadece oyun oynanmıyor, müthiş bir eğlence yaşatılıyor.

💓 Hawaii bir tatil cenneti olarak yaratılmış.  Otobüsleri vızır vızır insan taşıyor, üstü açık, dışı Hawaii desenleriyle kaplı. Herkesin üzerinde Hawaii desenli gömlekler, elbiseler. 5 Yıldızlı otellere girişler çıkışlar serbest, kapılarda güvenlik önlemi olmadan üstünüz aranmadan, çantanıza bakılmadan istediğiniz yere girebilirsiniz.




💓 Alışveriş merkezleri turist kaynıyor, her yerde ilave bavul satılıyor.  Turistler bavulla dolaşıyorlar. Markaları, indirimleri ve indirim tarihleri meşhur.


💓 Columbia Üniversitesini gezerken bir gelin-damat görmek,   müzik okulunun resepsiyonundaki görevliyle konuşurken Türk olduğumuzu öğrenince "Aaaa bizim okulumuzda da Deniz, Kerem, Aslı, Duygu, Mehmet  5 Türk öğrencimiz var demesiyle düşüp bayılacaktım :) Nasıl isimleri bilebilir?  Büyük olmak ama içinde kaybolmamak.. ne şahane.. 

Columbia Üniversitesi'nin bir binasında gelin-damat




Bu ülke sürprizlerle dolu geliyor bana. Beni meraklandırıyor.. şaşırtıyor.. öğretiyor, eğlendiriyor.. hepsini zorlanmadan kolayca yaşayabiliyorsunuz.  Bunlar bir ülkeye tekrar tekrar gitmek için haklı nedenler olabilir mi?  Bizim için yeter de artar bile..  İki aynı gibi görünen resme bakarak  7 farkı bulmaktan daha eğlenceli işimiz.. çünkü herrr şeyyy çok farklı görünüyor bize..

Bu yüzden bu saydıklarımdan birini yapıp birini yapamadıysanız yine geleceksiniz demektir. Ya da fark etmez her yıl aynı eyaletlere gitmeye devam edenler de çok.  Her gittiğinizde yeni bir şeyler mutlaka bulabilirsiniz.. 

Öyle bir haftalık turlarla görüp anlaşılacak gibi değil. Uzuun uzuuun dolaşmak, kalmak gerekiyor.. dolaştığımız, kilometrelerce yürüdüğümüz, araştırıp bulduğumuz, yaşadığımız, arabayla eyaletler arası yol yaptığımız, her kapıdan içeri girdiğimiz bu ülke her mevsim  bizi davet etmeye devam ediyor.  

Umarım niye Amerika?  sorusunun cevabı olmuştur :))











Sanat Ekmek Peşinde Koşarsa Aç Kalır.. / Aristophanes



Çok özledik eski filmlerimizi, tiyatro eserlerini, konserleri, sahneleri..

Oysa Bodrumda bu sezon 165 etkinlik düzenlenmiş. Bunlardan sadece birkaç tanesine gidebildim. Bir tiyatro eserini Bodrum Kalesinde izledim. Tribün şeklinde alel acele devreye sokulan Kale'de garip bir sahne yapmışlar. Estetikten uzak bulduğum bu kara sahneyi sevmedim. İçinde bulunduğumuz yüzyılda artık daha iyisini daha güzelini beklemek yanlış olmaz sanırım.


Regent's Açık Hava Tiyatrosu / Londra




Bu da Bodrum Açık Hava Tiyatrosu 



Çok üzülüyorum gerçekten. Harcanan paraya, emeğe, tarihe, çevreleyen taş duvarlara yazık.  Projeyi kim çizmiş acaba? Dünyada kaç açık hava tiyatrosu görmüş? incelemiş?  Bu tiyatro o kadar müstesna bir yerde ki. Şahane bir manzara, deniz, yelkenliler hemen yanı başında. Etrafı kale duvarlarıyla çevrili.  O zaman bizde olmayan ne var diye düşünüyor insan. Londra'daki gibi büyük ağaçlarımız, parklarımız mı yok?  alan mı yok? para mı yok? akıl mı yok?

Çağımız artık teknolojik yeniliklerle dolu. Ses ve müzik sistemleri sahne görselleri, prodüksiyon cihazları, bilgisayarlar, ışıklar, efekt cihazları, lazer ses ve ışık sistemleri, sahneleri bir görsel şölene dönüştürüyorlar.  Bu anlamda ülkemize gelen yabancı sanatçıların konserlerinde bunların hepsini görebiliyoruz.  Şarkılarını söylemeye geliyor ama arkasına tüm ekipmanlarını taşıyan TIR ları alarak.. Mesela Roger Waters  İstanbul'a 75 TIR la gelmiş.

Buradan sahneyi görebilirsiniz. Tıklayın
Mutlaka seyredin derim. Sanatçıya bir boyut getirmiş.

Sanatçı olmanın ne demek olduğunu da herkese anlatmış. Bu özlenen bir şey değil mi? sanatçı duyarlılığı.. Bir olaya dikkat çekmek, farkındalık yaratmak, mesaj vermek, dilekler sunmak..  Bunları ne çok özledik değil mi!

Teoman geçtiğimiz yıl 29 Ekim de Bodrum Meydanında sahne aldı. Bodrum'un tüm coşkulu, geçit töreni yapmış, marşlar, şarkılar söylemiş insanları meydanda toplandılar. Teoman şarkı söyleyerek başladı ve konser boyunca iki çift laf etmedi ne seyirciye ne de 29 Ekim'e.. Zaten bırakın TIR ları,  konserlere Belediye ne hazırlamışsa onunla yetinip çıkıyorlar, ellerini kollarını sallaya sallaya..

75 TIR la gelsinler demiyorum tabii ki, Dünya Turnesi yapan starlarla mukayese edecek değilim. Ama insanın işine, sanatına, kendine katacağı artılar olmalı. 
Oysa işine yatırım yapan ne kadar az sanatçı  var.  Kişisel olarak farklılık yaratabilenlere hayranım.  Şebnem Ferah bunlardan biri.   45 kişilik Senfoni Orkestrası ve 16 kişilik korosu ile yaptığı konserler unutulabilir mi. Bu vizyon, emek, istek, yatırım  kaç sanatçıyla karşımıza çıktı bilmiyorum..  İki dakikanızı ayırıp konserde senfoni orkestrasıyla seslendirdiği bir şarkısını dinleyelim :)



Anadolu Ateşi

Anadolu Ateşinin kalabalık dans grubunun enerjisini ve ritmini çok severim.  Genellikle yaz aylarında kendi mekanlarında Antalya'dalar. Öyle büyük bir organizasyon ki 250 kişilik dansçı ekibiyle dünyanın 3 farklı yerinde 3 gösteriyi aynı anda yapabiliyorlar.  Dünya turnesine çıkıp yıllarca performans sergileyen 35 milyon seyirciye ulaşan çok büyük bir prodüksiyon.

Bu yıl da tam benim doğum günümde Bodrum'a gelmişler, sağ olsunlar :)
Başlamadan önce şöyle sağa sola bakındım. Ortadaki sahne 35 dansçı için küçük, renksiz.  Arka fona gerilen perde dalgalandıkça dalganıyor bayrak gibi. Üzerine düşen görüntüler esniyor. Kenarlarda giriş çıkış için konulan paravanların boyları, renkleri çok kötü, ışıklar sahneyi bölüyor,  görsel olarak hayranlık uyandıran bir şey yok maalesef.


Bodrum Antik Tiyatro Sahnesi




Antik tiyatroya bir sahne yapmaya çalışan organizasyon firması maliyetine de odaklanmış tabii ki.. eh bizde maliyetine odaklanıyoruz.  Biletler 80 liradan başlıyor, ön sıralar için 250 liraya kadar çıkıyor. Para kazandıran bir sezon. Organizatör firma her günü bir etkinlikle doldurmuş. Kim sahne alıyorsa güzel para kazanıyorlar, her yer dolu. Bize reva gördükleri  sahne de budur.

Antik Tiyatro'nun sahnesi nal şeklinde yapılmış, her yerden görülebilsin diye. Hem de milattan önce. Şimdi biz bunu daha da geliştirerek şahane bir sahne yapmışız. Bakın ne şahane..

Bunlar organizasyon firmasından bir şey beklemeyen, onları hizaya sokamayan, beklentisi olmayan, sadece aldığı parayla ve bir gece boy gösterip gitmekle ilgilenen sanatçılardan kaynaklanıyor. Halbuki biz ne kaprisli sanatçılar biliriz değil mi? istekleri yerine gelmediğinde zorlayan, tavır alan.  Özledik onları.. işinden taviz vermeyen, seyircisine değer veren, alacağı paradan çok sanatına odaklanan..
Bu yüzden Aristophanes'in sözü hoşuma gitti.

"Sanat ekmek peşinden giderse aç kalır!"

Bir dökümanter filmde  Michael Jackson'ın  konser provalarını, işine yaptığı yatırımı izlemiştim. Ağzım açık kaldı. Boşuna dünya starı olunmuyor, bir fabrika gibi üretim yapması ve ekip çalıştırması, hatta bir ordu çalıştırması gerekiyor. Hiç müzikleri bana yakın gelmemesine rağmen işine, emeğine hayran oldum.

Sonra Anadolu Ateşi' nin bu büyük organizasyonunda  kimler emek verdi diye ekibine bakmak istedim.  Bir sanatsal gösteride, hele böyle büyük bir organizasyonda bunu öğreneceğimiz yer afişler olmalı değil mi?   İşte koca organizasyonun afişi.
Sadece Mustafa Erdoğan markası var. Başka hiç kimsenin adı yok. 





Üstelik Mustafa Erdoğan'ın ilk perdede konu aldığı "İstanbul" fikir olarak çok güzel olmasına rağmen arka fonda verilen İstanbul görüntüleri çok vasattı.  Renklere ve çekilen görüntülere inanamadım.  Keşke dedim kimseyi bulamadıysa kardeşi Yılmaz Erdoğan'ın "Organize İşler" filmindeki İstanbul görüntülerini kullansaydı. İstanbul bu kadar gri anlatılabilirdi.

Bu dans gösterisini turistler Antalya'da yaz boyunca izliyorlar. İstanbul'u tanıtan ve hayranlık uyandıran bir görselden çok uzaktı. Sahneden ve ışıklardan kaynaklanmış olabilir ama bu kadar profesyonel çalışan bir organizasyon bunu da halletmeliydi.

Bu yıl bir İtalyan gemisinde izlediğimiz Tenor, sahne, danslar, görseller, hikayeler  aklımızdan çıkmıyor. Anadolu Ateşi'nin dalgalanan perdesi ile aynı perde kullanılıyor. Mustafa Erdoğan İstanbul'u anlatmış, onlar İtalya'yı anlatıyorlar. Üstelik bizdeki 35 kişiye karşılık 10-15 kişiler.

Afiş geminin tiyatro salonu girişine asılmıştı. Bu bir Tenor olarak anons edildi. Herkes hadi bakalım gidip tenoru dinleyelim dedi.  Biz elinde mikrofon tek başına aryalar söyleyecek zannediyoruz.  Gösteri başlayınca sahne bizi büyüledi, gözümüzü kırpamadık. Arka fondaki perdeye İtalya'nın tüm güzel eserleri, sokakları, çiçekleri, insanları, yaşamları, evleri... hepsi 3 boyutlu görsellerle dansçılara eşlik etti.

Renkler, görüntüler, konular muhteşemdi. Her bir fonun dansı oradaki görselle ve konuyla entegre olmuştu. Oynanan her dansın bir hikayesi ve kostümü vardı.
Afişine hayran kaldım. Böyle bir eserin ekip olmadan ortaya çıkamayacağı ve arkasındaki ciddi çalışma ve organizasyonu görünce işte budur!  dedim..

Hikayeyi yazanlar,  Müzikler, Aranjeler, Kostüm dizaynırları,  Kareografiler,  Artistik Direktörü, Dekoru, Efektleri, Işık Dizaynırı, Teknik Proje Koordinatörü, Saund Dizaynırı,  3D Grafikleri ve Özel efektleri, Video Editörü..




Yazıma ekleyebilmek için videolarını araştırdım ve bu şahane eserlere ait çekilmiş sosyal medyaya sunulmuş videolara çok rahat ulaştım. Bunlar özel olarak hazırlanmış tanıtım videoları.

Costa Venezia İnnamorato  hazırlık aşaması videosu

Bizim gösterilerimiz için hazırlanan videoları ancak vatandaş çekerse görebilmek mümkün.  İşin bu kısmının çok eksik olduğu belli. Biletix sattığı etkinliklerle ilgili videoları sitesine ekleyemiyor.  Tanıtımda bile eksiğiz.  Bizim prodüksiyonlarımızın tanıtım videoları yok maalesef..

Sahneler İki Paravan

Sahneler turnelere çıktıklarında  tümden yok edilmiş. Tiyatrolar artık iki tahta paravan bir koltukla oynanır olmuş. Görsel olarak sandalyeden aç kalkmamak elde değil. Yazık diyorum ve çok üzülüyorum.

Sanata yapılan yatırımlar ne oldu?  Özel tiyatroların çoğu ordan oraya dolaşıp duruyorlar, salonları yok. Bu dolaşmalarda sahneler taşınamadığından basit sahneler tercih ediliyor sanırım. Beklentimiz yok. Ne oynansa, nasıl oynansa ayakta alkışlıyoruz.  Bazen bir ünlüyü sahnede görmek, aynı ortamda bulunmak bile bize yetiyor.

Oysa bir şekilde bunların tamamının üstesinden gelmek mümkün ama ona da yatırım yapmak gerekli. Kim yapacak?  Ali Poyrazoğlu Asi Kuş'u evire çevire değiştire değiştire oynuyor. Sahnede hiç bir şey yok. Üstelik Zeki Müren şarkıları dinleterek ortada dolaşması cabası.  Ferhan Şensoy bir telefon, bir masa, bir gazete ile 30 senedir Ferhangi Şeyleri oynuyor.  Ferhan Şensoy'un , Haldun Dormen'in,  Genco Erkal'ın  sahnede ne konuştukları hiç anlaşılmıyor.  Yıllarca mükemmel işler çıkarmış olsalar da şu anda gelen seyirciye bir şey veremediklerini düşünüyorum.

Bu yıl Zülfü Livaneli'de Bodrum'da konser verdi.  Rengim Gökmen yönetimindeki Livaneli Filarmoni Orkestrası ile birlikte.  Rengim Gökmen biliyorsunuz Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın  Şefi iken bir yasaya karşı çıktığı için görevinden alınmış dünya çapında bir sanatçıdır.

Livaneli  artık kitaplarına odaklanmışken bir proje yaratması konusunda Rengim Gökmen'le bir araya gelince mükemmel bir iş çıkmış. Tüm şarkıları kendisi söylemiyor üç solist şarkılarını yorumluyor. Livaneli'nin şarkıları o olmadığında da yaşayacak. Bu sahne onu gösteriyor. Livaneli eserlerini Londra, Alman, Moskova Senfoni orkestralarıyla sergilemiş.

Zülfü Livaneli Londra Senfoni Orkestrası tıklayın

Zülfü Livaneli Bodrum Konseri
Bu arada sahnenin de değişik konumlandığını ve yükseltildiğine dikkat edin. İşte dediğim sanatçı farkı budur.. sahne aynı sahne.. Bodrum Antik Tiyatro.
tıklayın   


Ezan Saati Uygulaması

Bir de buralarda ezan saati uygulaması var. Meydanda Muğla Büyük Şehir Klasik Müzik Orkestrası ara veriyor ve meydandaki caminin ezanı bitirmesi bekleniyor, sonra orkestra konserine devam ediyor.

Geçtiğimiz 19 Mayısta da meydanda konser ramazana rastladı.. caminin akşam namazı, teravih namazı, yatsı namazı saatleriyle  orkestra  aralıklı olarak performans gösterebildi. Şimdilerde çakışmasın diye çoğu etkinlikler yatsı namazı için ezanın bitmesini bekliyor.  Başlama saati 21:30 belirleniyor.
Çünkü başka yer yok, alan yok. Hele Bodrum meydanında bir cami hoperlörü var evlere şenlik. Meydana oturmuş insanlar genelde ezan okunurken kulaklarını elleriyle tıkıyorlar.


Aklımızda Ne kaldı?  Bizi Ne Büyüledi?

Büyük prodüksiyonlar her zaman çok etkili. Görsel zenginlik, konunun çarpıcılığı, duygularımıza dokunması kalıcılık sağlıyor.  Bu anlamda son yıllarda dişe dokunur, şöyle seyretmek için can attığımız, turnelerle dolaşan, eğlendiren, coşturan, gönül telimizi titreten etkinliklerimiz var mı?

20 Yıldır kesintisiz kapalı gişe oynayan prodüksiyonlar. İyi ki seyretmişim dediğim şölenler..  sahnenin altında yer alan senfoni orkestrasıyla üstteki sanatçıların uyumu.. inanılmaz. Bizde de bir sahne  yapılacaksa ne olur bize de danışsınlar orkestraya yer bulunamıyor deniliyor :)

The Lion King
Phantom of The Opera

Bunlar tarihe kazınmış büyük prodüksiyonlar diyelim hadi, onlarla mukayese etmeyelim (zaten Disney gibi bu işin ilmini yazan, yapan kurumlara çapımız yetmez)
peki İtalyan gemisinde ağzımızı açık bırakan her gün oynasa her gün seyretmeye doyamayacağımız performansa ne demeli. Gemi bu. Hani bizim sahnelerimiz gezdikleri için basit tutuluyor demiştik.

 Başka söze gerek yok.

Toprağı, ormanları, hayvanları, şehirleri, ekonomisi, sosyolojisi, kültürü, tarihi talan edilmiş bir coğrafyanın sanatı da kuruyor.  Ne acı.. hayat damarımız tıkandı..

Tüm bunlara rağmen iyi iş çıkaran ve sanata yatırım yapan, cesaret ve umut yayan tüm sanatçılarımızı, iş adamlarımızı  alkışlıyorum..

Alice Müzikali  tıklayın









Küba



Bir an önce bozulmadan gidip görün ! 

Gemi ile Karayipler Küba gezimizin Küba ayağında çok heyecanlıydık. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, anlatılanlar..  Küba'nın devrim kahramanları.. devrimi yaşamış ülkenin bugünkü durumu.. dedikodular..  aman bir an önce gidin bozulmadan görün söylemleri..

Gemi limana varınca tahsis edilen otobüslere binmek üzere tüm gemi gruplanıyor. Bizim gemimiz İtalyan asıllı olduğu için Amerikalılar gibi pratik değil. Gemideki İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, İngilizce konuşanları ayrı ayrı otobüslere bindiriyor ve buna göre rehber veriyor. Bunun için büyük operasyonlar yapıyor, detaya indikçe zaman kaybediyor. Aynı firmanın Uzakdoğu gemilerinde de böyle. Bir türlü ortak dil olarak İngilizce'yi öne çıkarmıyorlar..

Otobüs bizi Küba'nın merkezi Havana'da bir kültür merkezine götürüyor. Oraya gidene kadar Havana'nın yarısını cadde ve sokaklarında yürümeden gezmiş oluyoruz. İnip yürüyün deseler nereye gideceğiz bilmiyorum?




Sokaklar, caddeler  eskimiş, binalarda kapılar derme çatma, çoğu binanın pencereleri kırık, boyalar dökük, her yer tel.. elektrik direkleri..  bu bizi şaşkına çevirdi.. otobüste çıt çıkmıyor.

Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden gelmiş, tarihini, sanatını yaşatmış, eğitimini, teknolojisini dünyaya ispatlamış, rönesansın içinde yaşayan milletlerden bir demet otobüste. Kültür merkezi tuğladan hallice, daha çok resimle ilgili amatör çalışmalar var. Kapıda bizi karşılayan Kübalı anlatıcı (rehber değil çünkü)  şimdi diyor, "şaşırmaya hazır olun çünkü daha önce böyle bir şey görmediniz" ..

Biraz gülümsüyoruz.. yürürken adam yanında duran turiste "siz nerden geldiniz?" diye soruyor. Kadın  "Sydney"  deyince ben utanıyorum.. adamın keyfi yerinde.. O kendi dünyasını Küba adası yapmış..  Gelin diyor size dans gösterisi sunalım..  Sandalyelere oturuyoruz. 11-12 yaşlarında bir kız bir erkek Küba'ya özgü danslar yapıyorlar.



Gerçekten çok iyiler.. arkada 2-3 enstrümanla müzik çalınıyor. Gösteri bitince müzisyenlerin kendi CD'leri satışa çıkarılıyor, ardından dans eden çocuklar için para toplanıyor.  tam karşıdaki eski binalara öylece bakakalıyorum.. terkedilmiş şehir gibi.. hatta gibisi fazla..

Ortalıkta dolaşan insanlar var.. insanlar evlerin durumundan iyi, giyimleri, kuşamları  düzgün.. Bazı eski tarihi binalar başka türlü mimaride yapılmış belli ki Avrupa kültürü buradan geçmiş.





Şehri dolaşırken tezatlıklar içinde kalıyoruz. Koca liman binası çürümeye terkedilmiş, koca koca bloklar bomboş, harabe gibi.. Atom bombası atılmış gibi nedir bu şehrin hali inanamıyoruz.



El sanatları alanı düzenlemişler. İçinde el yapımı çantalar, tablolar, çeşitli el işleri.. hepsi çok başarılı. Satıcılara bakıyorum daha çok beyaz ırktan insanlar.
Bir fotoğraf sanatçısının fotoğraflarında bu hava fotoğrafını görüp iznini alarak ben de  çektim. Yoksa böyle havadan görmek mümkün değil. İşte tam da anlatmak istediğim manzara bu..




Caddeler büyük ve kesişimlerinde kocaman meydanlar var.  Burada şehir planlaması yapılmış evvel zamanda belli..

 Araba çok az, olanlar da çok eski model. Ve tabii Küba'nın simgesi haline gelmiş Amerikan arabaları.. Turistleri fahiş fiyatlarla gezdirmek için sıra bekliyorlar. İnsanlar da bu eski üstü açık arabalarla sanırım adanın 1960 öncesi caddelerini hayal ederek dolaşıyordur. Bu arabalar yokluk içinde yıllardır yaşatılıyor. Sanırım adanın en renkli ve bakımlı, turistik  objeleri bu rengarenk gıcır gıcır arabalar.. Küba'nın hala Amerikan arabalarından para kazanıyor olması da başka bir boyut..

Yokluk nedeniyle bu Amerikan arabalarının sadece armaları orjinal kalmış. direksiyondan motoruna tüm markaların eskiyen, çürüyen, bozulan parçaları başka bir sürü arabanın çıkma parçalarıyla yenilenmiş, işlerlikleri korunmuş.. Turist dolaştıran küçük motorları da var ama her şey turisti dilimlemeye yönelik :))




El sanatları alanında çok başarılı resimler vardı. Malzemeleri nasıl buluyorlar acaba diye düşündüm??  Tuvaller fotoğraftan görüleceği gibi hazır kullanılmamış, kendileri tuval hazırlamışlar.



Bu kocaman alandaki türlü el işi çalışmalardan birine daha hayran kaldım. Kutu kapaklarından çantalar yapan bir kadın. Tığ ile coca cola kapaklarını işliyor ve birleştirerek türlü model çanta yapıyordu. Bir tane almasam olmazdı :))

Kapaklar için coca-cola dedim ama Küba'da olmayan bir içecek. O zaman nereden buluyorsun? dedim. Küba da başka ülkelerden gelen içecekler ve meyve suları varmış.. onların kapakları dedi.. bu kadar kapak nasıl toplanır? başka yolu olmalı..




Bu da bir okul binasının bahçesi. Çocuklar top oynuyorlar, Bir kısım çocuk da bahçenin köşesinde çömelmiş kağıt oynuyorlar. Okulun duvarları dökük..




Havana da  kendimiz ara sokaklarda dolaşalım deyince bir yere kadar gidebildik. Bu limana yakın ilk sokaklar yenilenmeye başlanmış.  Temiz, yeni  mekanlar yapılmış. 




İşte bu sokaklar için "Küba değişmeden gidin görün " deniliyor. Küba ruhunu kaybediyormuş..  bence el değmezse bir süre sonra tamamen yok olacak..

Sokak ilerledikçe eskı yıkık dökük binalar, sokaklarda oturan delikanlılar, mini etekle sağa sola laf atan,müşteri arayan kızlar, yaşlılar..  Buraların neyi değişik gelecek acaba diye bakınıyoruz.. acaba herkesin gördüğü bizim göremediğimiz ne olabilir diye merakla :))

Bir yerden geri döndük, daha ileri gidince ne görecektik? zaten sokağa ip germişler.. buraya kadar diyorlar.. bundan sonrası size göre değil ..




 Hamingway Kübayı çok sevmiş ve burada yaşamış. O'nun sevdiği mekanlara bizi de götürdüler. Tabii ki ne içilir?  Rom..  Deniz kenarındaki bu mekan turistlerin uğrak yeri olmuş. Otobüslerle buraya turist taşıyorlar.








Havana'da ne olduğunu anlamak zor değil. Hani bu ülke bir devrim yaşamış ve Amerika'ya sırtını çevirmişti. Kendi ayakları üzerinde durmuş, halkına sosyal adalet, eğitim sağlamış, başarılı liderleri Fidel ve Che dünyaya örnek olmuştu. Hikayeyi nasıl okursanız!   Bizim rehber aman da ne şahane bak ne güzel yaşıyorlar, Amerika'ya rağmen ayaktalar diyordu. Ben ayakta bir ülke göremedim.


Küba gerçekten ayakta mı?  Devrime ne oldu?

Bir çok makale okuyup, Küba belgeselleri izleyip, türlü yorumlara göz gezdirip farklı pencerelerden baktım. Fidel gibi gerilla eğitimi almış devrimcinin ömür boyu sivil kıyafet giyemediğini gördüm. Yakınında bulunan tüm dava arkadaşlarını bir bir elediğini, sadece kardeşinden medet umduğunu gördüm. Su anda da koltuğunu ona devretmiş durumda.

İspanyolların keşfettiği bu adada Avrupa izleri bu yüzden var. Yakınındaki Haiti adası köleliğin ilk yok edildiği toprak ağalarının asıldığı isyanların çıktığı, kölelerin ilk kez özgürlüklerini elde ettikleri bir ada. Buradan kaçan üreticiler, çiftlik sahipleri Küba'ya yerleşene kadar Küba puro üreten bir yer. Bu sermaye transferinden sonra şeker kamışı üreticisi..

Adadaki güzel binalar, sokaklar, cadde planları İspanyol'ların izlerini taşıyor.  O tarihlerde üretim için İspanyolları ve Afrikadan toplanan köleleri adaya getiriyorlar.
İspanya tarihte Kristof Kolomb sayesinde Amerika'nın bir çok bölgesinde koloni sahibi olmuş,  Amerika-İspanya savaşıyla da birçoğunu kaybetmiş.  Küba'da da Amerikan vesayeti başlıyor ve buralarda Amerika yatırımlarını arttırıyor.

Yönetime gelen herkes önce iyi gidiyorken belli bir süreden sonra diktatöre dönüşüyor. Güya seçim yapılıyor ama ülkenin kaderi bu ellerden çıkamıyor.  Liderlerin diktatöre dönüşmesi ne hazin değil mi? biz de yakından yaşamıyor muyuz?  kendilerine karşı çıkanları yaşatmıyorlar. Hak, hukuk, adalet tanımıyorlar. Hatta Fidel 'in döneminde de  yargılama yapmadan kararlar alıyor, itiraz edeni yaşatmıyorlar. Sağ kolum dediği herkesi yok etmenin bir yolunu buluyor.

Fidel meşhur devrimden sonra Amerika'ya sırtını dönüp yüzme mesafesindeki bu komşusunun tüm yatırımlarına bir gecede el koyup "size de güle güle"  deyince yapayalnız kalıyor.  El koyduğu fabrikaları işletemiyor, ekonomiyi döndürecek gücü yok. Sadece şeker kamışına bağlı bir ekonomisi var. Petrol, elektrik en büyük sorun. İşletilemeyen fabrikalar bir bir kapanıyor. Birkaç yıl içinde beyaz yakalıların neredeyse tamamını kaybediyor. Hepsi Amerika'ya göç ediyorlar.

Göç yolları kapatılıyor. Kimse Küba'dan çıkamaz!!  İnsanlar  çıkış yolu arıyorlar, konsolosluk binalarının bahçelerine sığınıyorlar. Yüzerek denizden Miami'ye ulaşmaya çalışıyorlar. Uydurma kayıklar, sandallarla denizlerde yok oluyorlar, vuruluyor, ölüyorlar..


Fidel gitmek isteyenlere  "güle güle"  diyor..

Bir Konsolosluk binasının önündeki güvenlikler çekilince  insanlar bahçeyi hınca hınç doldurup, iltica etmek istiyorlar ; Fidel "madem öyle haydi gidin"  diyerek kapıları açıyor. Binlerce insan Miami'den akrabalarının gönderdikleri sandallar, motorlarla kaçıyorlar.  Amerika her geleni kabul ediyor.  Bu sefer Amerika'yı cezalandırmak için tımarhaneleri, hapishaneleri boşaltıp ne kadar akıl hastası, katil, hırsız, cani varsa hepsini Amerika'ya giden motorlara bindiriyor, gönderiyor.  O gün tam 40 bin kişi toplamda 125 bin kişi Küba'yı terkediyor.  Bu aşamada hapishane ve tımarhaneden gelenleri görünce Amerika "yeter, dur" diyor..

Geçtiğimiz yıl Miami'deki İspanyol pansiyon çalışanı Miami'de bir çok dil konuşulduğunu, tüm Karayip adalarının hepsinin kaçak giriş yaptığını ama Miami'de iş bulabilmek için İngilizce bilmek şartının getirildiği için hiç mutlu olmadıklarını söylemişti. "Ne yapacaklar aç mı dolaşacaklar" diyordu.  Oysa söför olarak çalışanların müşteriyle hiç bir şekilde iletişim kuramadıklarını da kendisi söyledi :((

Hala Amerika denizden polise yakalanmadan gelenleri kabul ediyor. Karaya ayak basmışsa geri gönderilmiyor, denizde yakalanırsa aynen geri..

Küba yüzerek kaçmak isteyenleri denizde takip eden eli silahlı askerlerle yüzene ateş açarak kaçışı  engellemeye çalışıyor..   Hani Küba yaşanılası bir yerdi??  Hele bazı videolar var öyle anlatılmış ki ;  hemen yerleşmek istersiniz.. O bedava, bu bedava, eğitim devletten, ekmek elden su gölden..

Fidel bir kahraman. Yüzme mesafesindeki Amerika'ya sırtını çevirip ne yapacağını, petrolü elektriği nasıl elde edeceğini bilemeyince, halkı fakirlikten kırılınca, beyaz yakalıları kaybedince  Rusya'ya sırtını dayamış.. İşte ancak bu işbirliğinden sonra nefes almış, kendisini bir kahraman gördüğü için gücüne inanmış..  Rusya da kara kaşına kara gözüne bakmamış Fidel'le anlaşma yapıp nükleer füzelerini Küba'da konuşlandırmış.  Yüzme mesafesinde Amerika'nın dibinde nükleer füzeler??  Buna Amerika seyirci kalmamış.


Devler tepiştikçe üstümüz toz duman..

Amerika-Rusya arasında füze pazarlıkları başlamış.   Amerika "füzelerini Küba'dan çek " demiş,   Rusya'da  "sen de Türkiye'den çek"   pazarlığı yapmışlar ve anlaşmışlar.  Rusya füzelerini Küba'dan çekmiş...  Fidel bozulmuş.. onun Amerika'ya karşı gücü sanki elinden alınmış..  bundan sonra Fidel'in bir Moskova ziyareti var.. bir belgeselde seyrettim inanılmaz devlet törenleri, kızıl meydan kutlamaları ve bir ay ülke gezisi..

Taa ki Sovyetler Birliği dağılana kadar.. Sırtını dayadığı duvar yıkılınca mahvolmuş. Bu sefer başkalarına dayanmış. Tüm sermayesini şeker kamışına yatırmış bir ekonomiyle ada yılda en az iki kez kasırgaların etkisinde kalmış. Bu şiddetli kasırgalarda bir keresinde 200.000 ev yok olmuş..

Küba sağlık personeli yetiştirerek ihracat yapıyor. Küba kanser aşısı ile ismini duyuruyor. Bu yatırımları da Sovyetler zamanında yapılan eğitim altyapısından kaynaklanıyormuş.  Havana gibi adanın diğer bölgelerinde de yerleşimler var. Güzel sahilleri ve turistik otellerin olduğu bölgelerde oteller çoktan yabancı yatırımcılara teslim edilmiş.  Kübalı vatandaşların bu otellere girmeleri yasaklanmış.

Devrimden önceki yıllarda mafya ve kumar adanın en büyük gelir kaynağıymış. Hani şu filmlerde kübalı kızların danslarını seyrederdik.. tam o dönem. Zenginler Küba'ya kumar oynamaya ve kızlarla birlikte olmaya gelirmiş. Fuhuş ilerlemiş. Şimdi geldiği yerde fuhuş yine gözde.. Her gidilen mekanda birilerinin yanaşması ya da sokakta seslenmesi mümkün..

İnsanlar temiz giyimli, bakımlı. Neyle? Amerika'daki akrabalarından gönderilen yardımlarla.. Amerika bunu zaman zaman kullanıp para transferlerinde kısıtlamalar yapmış, sonra gevşetmiş. Amerikalıların Küba'yı ziyaretlerini kısıtlamış sonra gevşetmiş. Şimdilerde ailenin yarısı Amerika'da  diğer yarısı Küba'da hayatlar var. Amerika yasağı gevşetince hepsi Küba'ya turist olarak gelmişler. Yıllar sonra gelen kavuşmalar ve gözyaşları..


Parasını Kullanmıyoruz, şarkılarını dinlemiyoruz..

Küba'da internet, cep telefonu, televizyon, müzik hala devletin kontrolünde. Bir Amerikalı'nın söylediği şarkı dinlenemiyor, bir film seyredilemiyor. Seyahat özgürlüğü yok, ülkeden çıkış yok.. Kalanlar gitmenin hayalini kuruyorlar. Zamanında kaçıp göçmüş aileler, akrabalar Küba'ya her türlü yardımı yapıyorlar.. Kübalı'lar diplerindeki Amerikan dizileri, TV şovlarını seyretmek için kaçak antenler bulup takıyorlar. Yoksa seyretmek yasak.. Amerikan doları piyasaya nasıl girmesin. Akrabalar dolar gönderiyorlar. Şimdilerde bize aman dolar teklif etmeyin deseler de gerçeğin öyle olmadığını,  satıcıların dolar alıp para üstü verdiklerini gördük.

Şimdilik turizmde çok yeniler. Limana 2 günde bir gemi yanaşıyor. Bunlar henüz 5.000 kişilik Amerikan gemileri değil..  Küba'nın yanı başındaki Karayipler' de binlerce yolcu taşıyan onlarca gemi dolaşırken Küba bundan nasibini alamıyor.  Zaten o kadar yolcuyu ağırlayacak hazırlığı da yok. Turizm de sonunda kapitalizmle etkileşim içinde. Gelen turist yiyecek, alışveriş yapacak, otelde kalacak, eğlenecek, kumar oynayacak,  barlarında oturup içecek, tarihi koklayacak, müzeleri gezecek, doğal güzellikleri seyredecek, insanlarıyla etkileşim kuracak. 

Küba'daki devrim daha çok genç.. Bugüne bakarak ne yol alınmış? devrimin ana fikri eriyeli çok olmuş.  Eğer Küba hiç devrim yaşamasaydı ne olacaktı? buna da bir senaryo yazmak lazım..

Atatürk heykelini sahile bir parkın önüne koymuşlar.. Atatürk'ün dehasını hiç bir liderle tartışamayız. 10-15 yılda neler yaptığını, ne fabrikalar açtığını, nerelerden hukuku getirdiğini, kadın-erkek eşitliğini, seçme-seçilme hakkını, köy enstitülerini, öğretmen okullarını, inkılaplarını falan düşününce.. tüm bunları kimseye sırtını dayamadan yaptığını, Cumhuriyeti, Demokrasiyi.. asker kıyafetinden sivil bir Cumhurbaşkanı'na dönüşümünü..


Ambargo için "biz sizi kuyruğunuzdan tanırız" demişler..

Bizim insanımız Ecevit döneminde  Kıbrıs Barış Harekatından sonra Amerika'nın uyguladığı ambargoya  "biz ne kuyruklara girdik.. tüp yoktu, yağ yoktu saatlerce beklerdik"  derler.  Ne için böyle olduğunu bilmeden, bunu bir beceriksizlik olarak görürler.. Oysa büyüklerin oyun oynama tarzı budur. Bir sıkarlar boğazını nefes alamazsın..  dünyada neler yaşandığını bilmeden, halkların mücadelesini, acılarını bilmeden ahkam kesmek kendi yaşadığının ne anlama geldiğini, neden olduğunu bilmeden, göğüs germemek, direnmemek, bunu büyük felaket ve hata olarak görüp  bir siyasiye yüklemek ne acı.

Şuraya da o dönemdeki ambargoyu anlatan bir video ekleyelim..



Küba'da yapılan çok iyi şeyler de vardır bilmediğim. Bunlar benim gözlemlerim.  Sadece Havana'yı dolaşıp diğer bölgelerine gitmedik. Onları da oralara giden kuaförümden dinledim.  Birçok kişi gibi o'da Küba'ya hayran dönmüştü.

Hamit bu geziye sadece Küba için katılmıştı, son limanı  büyük merakla heyecanla beklemişti. Bir günde bizim için tüm sorular cevap buldu. Küba'ya denize girmek, cilt bakım ürünleri, purolar almak üzere gitmediğimiz için  gemiye erken döndük ve gece çıkmadık. Bizim için merak edilecek bir şey yoktu ve gece karanlıktı..


Ayrılık çok acı

Ertesi gün akşam üstü en kötüsü de Küba'dan ayrılış oldu. Gemiye bindikten sonra düdüğümüzü çala çala Küba'ya  "hoşçakal"  dedik.  Kıyıdan hızla uzaklaşırken benim gözlerimden ilk kez yaşlar aktı, boğazım düğümlendi, içimi bir hüzün kapladı.     

O sırada Hamit'le birbirimize sarıldık ve  "hapishaneden ayrılıyoruz"  dedik.  Sağ tarafta gemiden görünen büyük caddenin kenarındaki Atatürk heykeline de bir selam verip, iyi ki dedik.. ne şanslıymışız.. iyi ki..

Adanın üzeri bir bulutla kaplıydı.. yine yakında bir kasırga tüm emekleri ve ekinleri yerle bir eder mi acaba?  yine planlanan yıllık gelirleri bundan dolayı açık verir mi? yine parasız kalırlar mı? yine yeniden başlar mı her şey?






Eğer ilginizi çekerse Netflix 'ten   John Alpert'in  45 yıl boyunca kaydettiği görüntüler, söyleşilerden oluşan Cuba at the Cameraman   /   https://www.youtube.com/watch?v=lsZ8hDutkeM     filmini izleyin derim.  

Devrimden önce 1958 Yılını gösteren bir de film ekliyorum.. ..https://www.youtube.com/watch?v=XX_hb4A3POE